Hemen hemen herkes günümüzde vites kutularının, tepkili motorların insanların yolculuklarında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu bilir. Fakat pek çok kişi doğadaki vites kutularının ve tepkili motorların çok daha başarılı tasarımlara sahip olduklarından haberdar değildir. Vites kutuları bir araçtaki vitesleri değiştirerek motorun en verimli şekilde kullanılmasını sağlar. Doğadaki vites kutuları da aynı prensipte çalışmasına rağmen, motoru lastiklere değil, kanatları kanatlara bağlamaktadır. Örneğin sinekler normal bir uçuş sırasında, havada üç aşamalı hız sağlayan doğal bir vites kutusu kullanırlar. Bir sinek bu sistem sayesinde kanatlarını istediği hızda çırparak aniden hızlanabilir veya yavaşlayabilir.
Otomobillerde motordan elde edilen gücü tekerleklere aktarmak için çok sayıda dişli kullanılır. Düzgün bir sürüş, dişliler ancak kademe kademe kullanıldığı takdirde elde edilebilir. Arabalarda ağır ve oldukça yer kaplayan bu dişlilerin yerine, sineklerde birkaç milimetrekareye sığan bir mekanizma vardır. Bu çok daha kullanışlı mekanizma sayesinde sinekler kanatlarını rahatlıkla çırpabilirler.
Mürekkep balığı, ahtapot ve nautilus suda hareket ederken tepkili motorlardaki gibi bir itiş gücü kullanırlar. Bu sistemin ne kadar etkili olduğunun anlaşılması için, bilim literatüründeki adı Loligo Vulgaris olan kalamarın suyun içindeki hızının saatte 30 kilometreyi aştığını söylememiz yeterli olacaktır. Bu konudaki en benzersiz örneklerden biri olan nautilus, ahtapot benzeri bir deniz canlısıdır ve jet motoru ile işleyen bir gemi gibidir. Başının altındaki bir tüp ile suyu içeri alır ve sonra da geri püskürtür. Böylece oluşturduğu akım bir yöne doğru hareket ederken, nautilusu da diğer yöne doğru iter.
Bu canlıların bilim adamlarını imrendiren bir diğer özellikleri de, sahip oldukları doğal tepkimeli motorların, denizin derinliklerindeki son derece güçlü basınçlardan etkilenmemeleridir. Ayrıca hareketi sağlayan sistemleri hem sessiz hem de oldukça hafiftir. Nitekim nautilusun tasarımındaki bu üstünlük, deniz altılarına örnek bir model olmuştur. Tüm bu canlılara bu üstün özellikleri veren, hem de insanlara teknoloji üretmelerinde yardımcı olacak modeli sunan alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
11 Nisan 2010 Pazar
ELEKTRİK AKIMINA DUYARLI KÖPEKBALIKLARI
Köpek balıklarının, birbirinden 1600 km uzaklığa konmuş, 1.5 voltluk iki pilin bile hissedebildiği ortaya çıkmıştır.
Bütün canlılar ısı dışında elektrik de yayarlar. Karada yaşayan bir canlının bu akımları hissetmesi zordur; çünkü hava yalıtkandır. Suyun içinde ise durum farklıdır. Elektrik, doğal bir iletken olan suyun içinde akar.
Köpek balıkları bu elektrik akımlarını hissedebilen son derece hassas duyulara sahip canlılardan biridir. Sudaki tüm titreşimleri, suyun ısısındaki, tuzluluk oranındaki değişimleri ve özellikle de, hareket halindeki canlıların yol açtığı elektrik alanlarındaki düşük değişiklikleri hissedebilirler.
Köpek balıklarının vücutlarında, içi jöle dolu çok sayıda oluk mevcuttur. Bu oluklar yoğun olarak köpek balığının kafasında yerleştirilmiş olmasına karşın balığın tüm vücudu boyunca da dağılmıştır. "Lorenzini ampülleri" olarak adlandırılan bu özel organlar, mükemmel birer elektrik algılayıcısıdır. Köpek balıkları bu algılayıcıları kullanarak avlarını bulurlar. Bu organlar, hayvanın yüzündeki sivri kısmın ve kafanın üstünde bulunan gözeneklere bağlı olup, son derece hassas bir yapıya sahiptir. Bir voltun 20 milyarda biri büyüklüğündeki akımları bile hissedebilirler.
Bu muazzam bir güçtür. Evinizdeki kalem pilleri düşünün. 1.5 voltluk bu pillerden iki tanesini birbirinden 1600 kilometre uzağa koyduğunuzu ve arasına bakır tel gerildiğini düşünün, işte köpek balıkları bu telden geçen akımı hissedeceklerdir. (www.unb.ca/courses/biol4775/SPAGES/SPAGE1.HTM)
Köpek Balığı Bir Yaratılış Mucizesidir.
Bu bilgiler, Allah'ın köpek balıklarını son derece kompleks vücut sistemlerine sahip olarak yarattığını göstermektedir. Köpek balıklarındaki sistem ve organlar birbirine bağlı olarak çalışmaktadır. Biri olmadan diğeri fonksiyonlarını yerine getiremez. Örneğin elektrik akımlarını algılayan sistemin parçalarından tek biri olmasa, Lorenzini ampülleri hiçbir işe yaramayacak ve köpek balıklarının yaşaması mümkün olamayacaktır. Böyle karışık bir sistemin evrimcilerin iddia ettikleri gibi aşama aşama oluşamayacağı ortadadır. Elektrik dalgalarını muazzam bir hassasiyetle fark edecek bu sistemler bir bütün olarak yaratılmıştır.
Lorenzini ampulleri köpek balıklarının sahip oldukları özelliklerden yalnızca biridir. Köpek balıkları gerek solunum sistemleri, gerek yollarını bulmalarını sağlayan manyetik alıcıları, gerekse hızlı yüzme yetenekleri ile birer yaratılış mucizesidirler. Sonsuz akıl ve gücün tek sahibi Yüce Allah bütün canlıları olduğu gibi köpek balıklarını da eksiksiz bir şekilde yaratmıştır.
Bütün canlılar ısı dışında elektrik de yayarlar. Karada yaşayan bir canlının bu akımları hissetmesi zordur; çünkü hava yalıtkandır. Suyun içinde ise durum farklıdır. Elektrik, doğal bir iletken olan suyun içinde akar.
Köpek balıkları bu elektrik akımlarını hissedebilen son derece hassas duyulara sahip canlılardan biridir. Sudaki tüm titreşimleri, suyun ısısındaki, tuzluluk oranındaki değişimleri ve özellikle de, hareket halindeki canlıların yol açtığı elektrik alanlarındaki düşük değişiklikleri hissedebilirler.
Köpek balıklarının vücutlarında, içi jöle dolu çok sayıda oluk mevcuttur. Bu oluklar yoğun olarak köpek balığının kafasında yerleştirilmiş olmasına karşın balığın tüm vücudu boyunca da dağılmıştır. "Lorenzini ampülleri" olarak adlandırılan bu özel organlar, mükemmel birer elektrik algılayıcısıdır. Köpek balıkları bu algılayıcıları kullanarak avlarını bulurlar. Bu organlar, hayvanın yüzündeki sivri kısmın ve kafanın üstünde bulunan gözeneklere bağlı olup, son derece hassas bir yapıya sahiptir. Bir voltun 20 milyarda biri büyüklüğündeki akımları bile hissedebilirler.
Bu muazzam bir güçtür. Evinizdeki kalem pilleri düşünün. 1.5 voltluk bu pillerden iki tanesini birbirinden 1600 kilometre uzağa koyduğunuzu ve arasına bakır tel gerildiğini düşünün, işte köpek balıkları bu telden geçen akımı hissedeceklerdir. (www.unb.ca/courses/biol4775/SPAGES/SPAGE1.HTM)
Köpek Balığı Bir Yaratılış Mucizesidir.
Bu bilgiler, Allah'ın köpek balıklarını son derece kompleks vücut sistemlerine sahip olarak yarattığını göstermektedir. Köpek balıklarındaki sistem ve organlar birbirine bağlı olarak çalışmaktadır. Biri olmadan diğeri fonksiyonlarını yerine getiremez. Örneğin elektrik akımlarını algılayan sistemin parçalarından tek biri olmasa, Lorenzini ampülleri hiçbir işe yaramayacak ve köpek balıklarının yaşaması mümkün olamayacaktır. Böyle karışık bir sistemin evrimcilerin iddia ettikleri gibi aşama aşama oluşamayacağı ortadadır. Elektrik dalgalarını muazzam bir hassasiyetle fark edecek bu sistemler bir bütün olarak yaratılmıştır.
Lorenzini ampulleri köpek balıklarının sahip oldukları özelliklerden yalnızca biridir. Köpek balıkları gerek solunum sistemleri, gerek yollarını bulmalarını sağlayan manyetik alıcıları, gerekse hızlı yüzme yetenekleri ile birer yaratılış mucizesidirler. Sonsuz akıl ve gücün tek sahibi Yüce Allah bütün canlıları olduğu gibi köpek balıklarını da eksiksiz bir şekilde yaratmıştır.
10 Nisan 2010 Cumartesi
GÖÇMEN KUŞLARDAKİ ÜSTÜN TASARIM ÖRNEKLERİ
Allah, Kuran'da insanların örnek alması ve imanlarını artırmaları için, hayvanların üstün özelliklerinden çeşitli örnekler vermiştir. Göçmen kuşların göç için sahip oldukları üstün donanım ve mükemmel özellikler Allah'ın sonsuz gücünün bir delilidir.
Göç zamanını nasıl belirliyorlar?
Kuşların nasıl ve neden göç etmeye başladıkları, "göç kararı"nı nasıl belirledikleri yüzyıllardır merak edilen bir konudur. Kimi bilim adamları göçün nedenini mevsim değişikliklerine, kimileri de yiyecek arayışına bağlarlar. Önemli olan, kendi bedenlerinden başka hiçbir korunmaya, teknik donanıma ve güvenliğe sahip olmayan bu hayvanların, uzun mesafeli uçuşları nasıl gerçekleştirdiğidir. Göç olayı yön bulma, gıda depolama, uzun süre uçabilme gibi beceriler gerektirmektedir. Bu özelliklere sahip olmayan bir hayvanın, birdenbire göç eden bir hayvana dönüşmesi mümkün değildir.
Bunu gözlemlemek için bahçe bülbülleri, ısı ve ışık gibi iç koşulları değiştirilebilen bir laboratuarda deneye tabi tutulmuştur. İçerideki koşullar dışarıdakilerden farklı olarak düzenlenmiştir. Örneğin dışarıda kış mevsimi yaşanırken, laboratuarda bahar ortamı sağlanmıştır. Bunun üzerine kuşlar içerideki şartlara göre vücutlarındaki düzenlemeleri yapmışlardır. Aynı göç vaktinin yaklaştığı zamanlarda yaptıkları gibi, yakıt için yağ depolamışlardır. Kuşlar, yapay mevsime göre kendilerini ayarlayıp, erkenden göç edecekmiş gibi hazırlansalar da, göç hareketine vaktinden önce girişmemişlerdir. Kuşlar dışarıdaki mevsime uymuşlardır. Bu sonuç, kuşların göçe başlama kararını, mevsim şartlarını gözlemleyerek almadıklarının bir ispatıdır.
Peki kuşlar göç vaktini neye dayanarak belirlerler? Bilim adamları bu sorunun cevabını hala bulamamışlardır. Bu nedenle, canlılarda, kapalı bir ortamda zamanlama yapabilmeyi ve mevsim değişikliklerini ayırt edebilmeyi sağlayan bir "iç saat"in var olduğu düşünülmektedir.
Oysa "kuşların bir iç saati var, bu sayede göç vaktini anlıyorlar" cevabı bilim dışı bir cevaptır. Bu nasıl bir saattir, vücudun hangi organına bağlı olarak çalışmaktadır ve nasıl oluşmuştur? Bu saatin bozulması, geri kalması durumunda ne olur? Aynı sistemin sadece tek bir göçmen kuş için değil, bütün göç eden canlılar için geçerli olduğunu düşünürsek bu soruların cevapları daha da önem kazanır.
Bilindiği gibi göçmen kuşlar aynı yerden göçe başlamazlar çünkü her biri aynı yerde bulunmamaktadır. Çoğu kuş türü, önce belirli bir yerde toplanır, sonra hep birlikte göçe başlar. Peki bu canlılar böyle ince bir zamanlamayı nasıl yapmaktadırlar? Nasıl olup da, kuşların sahip oldukları kabul edilen "saat"ler, birbiriyle bu denli uyumludur?
Göç gibi kusursuz planlı bir hareketin kendi kendine oluşması imkansızdır. Ayrıca kuşlarda ve göç eden diğer tüm canlılarda ne çeşitte olursa olsun bir saat yoktur. Göç eden bütün canlılar bunu her sene kendi belirledikleri zamanlarda yaparlar, ama bunu bir iç saate uyarak yapmazlar. Bazı kişilerin iç saat olarak nitelendirdikleri şey; Allah'ın bu canlılar üzerindeki kontrolüdür. Evrendeki her şey gibi göç eden canlılar da Allah'ın emirleri ile hareket etmektedirler.
Enerji kullanımı
Kuşlar uçmak için büyük bir enerji sarf ederler. Bu yüzden de kara ve denizdeki tüm canlılardan daha çok yakıta ihtiyaç duyarlar. Örneğin, 3.000 km.lik Hawaii-Alaska mesafesini kat edebilmek için bir kaç gramlık "sarısalkım kuşu", yolculuğu boyunca 2.5 milyon kez kanat çırpmak zorundadır ve 36 saat gibi uzun bir süre havada kalabilmektedir. Bu yolculuğu sırasındaki sürati ise saatte ortalama 80 km.dir. Bu kadar yorucu bir uçuş sırasında, kuşların kanındaki asit miktarı aşırı derecede artar ve yükselen vücut ısısı nedeniyle de kuş bayılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bazı kuşlar, bu tehlikeyi karaya inerek engellerler. Peki engin denizlerin üzerinde göç etmekte olanlar ne yapacaktır? Kuş bilimciler bu durumda kuşların kanatlarını mümkün olduğu kadar açıp, kendilerini bırakarak serinlediklerini gözlemlemişlerdir.
Göçmen kuşların metabolizmaları da, bu işi kaldıracak kadar güçlüdür. Örneğin göç eden en küçük kuş olan "kolibri"nin vücudundaki metabolizma hareketi, bir filinkinden 20 kat daha fazladır. Kuşun vücut sıcaklığı 62°C' ye ulaşır.
Uçuş teknikleri
Allah kuşları böyle zorlu uçuşlar için uygun bir tarzda yaratmış olmasının yanında, bir de onları elverişli rüzgarlardan faydalanmalarını sağlayacak yeteneklerle donatmışlardır.
Örneğin leylek, yükselmekte olan ılık hava akımlarıyla 2.000 metreye kadar çıkar, ardından kanat çırpmaksızın kendini aşağı bırakarak bir sonraki ılık hava akımına doğru süzülür. Bu kuşa büyük bir enerji tasarrufu sağlamaktadır.
Kuş sürülerinin bir başka uçuş tekniği ise "V" şeklindeki uçuştur. Bu sayede, önde giden kuvvetli ve büyük kuşlar, hava akımına karşı bir çeşit kalkan oluşturarak, daha zayıf olanların işlerini kolaylaştırırlar. Bu şekilde bir organizasyonun sürü genelinde %23 tasarruf sağladığı ispatlanmıştır.
Yüksek irtifada uçuş
Göçmen kuşların bir bölümü çok yüksek irtifada uçarlar. Örneğin kazlar 8.000 metre yükseklerde uçabilirler. Atmosferin, 5.000 metrede bile deniz seviyesine kıyasla %63 daha az yoğun olduğu hatırlandığında kazların uçtuğu yüksekliğin ne denli akıl almaz olduğu anlaşılmaktadır. Atmosferin bu denli seyrek olduğu bir yükseklikte uçan kuş, daha hızlı kanat çırpmak ve dolayısıyla daha fazla oksijen bulmak zorundadır.
Allah bu hayvanların ciğerlerini, yükseklerdeki oksijenden maksimum oranda faydalanabilecek şekilde yaratmıştır. Memeli hayvanlarınkinden farklı bir şekilde çalışan akciğerler, kuşların seyrek havadan aldıkları enerjinin normalden fazla olmasını sağlar.
Mükemmel duyma yeteneği
Kuşlar göçleri sırasında hava olaylarına da dikkat ederler. Örneğin yaklaşan bir fırtınanın odağına girmemek için yollarını değiştirirler. Kuşların bu özelliğini araştıranlar, bazı kuşların atmosferde çok uzak mesafelere yayılan son derece küçük frekanslı sesleri işittiklerini saptamıştır. Bu sayede göçmen kuş, bulunduğu yerden çok uzaktaki bir dağın üzerinde patlayan fırtınayı veya yüzlerce kilometre ileride, denizin üzerindeki gök gürültüsünü işitebilmektedir. Ayrıca, kuşların göç yollarını, hava şartlarının genelde tehlikeli olduğu bölgelerden uzak tuttukları da bilinmektedir.
Yön algılama
Kuşlar, binlerce kilometrelik uçuşları sırasında, pusula, harita ya da benzeri yön belirleyicilerden yoksun olarak, nasıl doğru yönü bulmaktadırlar?
Bununla ilgili olarak ilk öne sürülen teori, kuşların yer şekillerini ezberledikleri ve böylece yolu şaşırmadan kat edebildikleri şeklindeydi. Yapılan deneyler, bu teorinin yanlış olduğunu göstermiştir.
Konuyla ilgili olarak güvercinler üzerinde yapılan bir deneyde, hayvanların gözlerine etrafı görmelerini engelleyen donuk lensler takılmıştır. Ancak, böylece yeryüzü şekillerini görmeleri engellenmiş güvercinler, sürülerinden bir kaç kilometre ötede bırakılsalar bile, yine gidecekleri yolu bulabilmişlerdir.
Yapılan araştırmalarda, dünyanın manyetik alanının özellikle kuş türleri üzerinde etkili olduğu anlaşılmıştır. Kuşların, yerin manyetik alanından yararlanarak yönlerini bulmalarını sağlayan oldukça gelişmiş bir "manyereseptör" (manyetik alan algılayıcısı) sistemine sahip oldukları ortaya konmuştur. Bu sistem sayesinde, kuşlar, göç sırasında dünyanın değişen manyetik alanını hissederek, yönlerini belirlemektedirler. Deneyler, göçmen kuşların, manyetik alandaki %2'lik bir değişimi bile algıladıklarını göstermiştir.
Şüphesiz, kuşun vücut yapısı, akciğeri, kanatları, sindirim sistemi gibi, yön bulma yetenekleri de Allah'ın kusursuz yaratma sanatının bir delilidir.
Göç zamanını nasıl belirliyorlar?
Kuşların nasıl ve neden göç etmeye başladıkları, "göç kararı"nı nasıl belirledikleri yüzyıllardır merak edilen bir konudur. Kimi bilim adamları göçün nedenini mevsim değişikliklerine, kimileri de yiyecek arayışına bağlarlar. Önemli olan, kendi bedenlerinden başka hiçbir korunmaya, teknik donanıma ve güvenliğe sahip olmayan bu hayvanların, uzun mesafeli uçuşları nasıl gerçekleştirdiğidir. Göç olayı yön bulma, gıda depolama, uzun süre uçabilme gibi beceriler gerektirmektedir. Bu özelliklere sahip olmayan bir hayvanın, birdenbire göç eden bir hayvana dönüşmesi mümkün değildir.
Bunu gözlemlemek için bahçe bülbülleri, ısı ve ışık gibi iç koşulları değiştirilebilen bir laboratuarda deneye tabi tutulmuştur. İçerideki koşullar dışarıdakilerden farklı olarak düzenlenmiştir. Örneğin dışarıda kış mevsimi yaşanırken, laboratuarda bahar ortamı sağlanmıştır. Bunun üzerine kuşlar içerideki şartlara göre vücutlarındaki düzenlemeleri yapmışlardır. Aynı göç vaktinin yaklaştığı zamanlarda yaptıkları gibi, yakıt için yağ depolamışlardır. Kuşlar, yapay mevsime göre kendilerini ayarlayıp, erkenden göç edecekmiş gibi hazırlansalar da, göç hareketine vaktinden önce girişmemişlerdir. Kuşlar dışarıdaki mevsime uymuşlardır. Bu sonuç, kuşların göçe başlama kararını, mevsim şartlarını gözlemleyerek almadıklarının bir ispatıdır.
Peki kuşlar göç vaktini neye dayanarak belirlerler? Bilim adamları bu sorunun cevabını hala bulamamışlardır. Bu nedenle, canlılarda, kapalı bir ortamda zamanlama yapabilmeyi ve mevsim değişikliklerini ayırt edebilmeyi sağlayan bir "iç saat"in var olduğu düşünülmektedir.
Oysa "kuşların bir iç saati var, bu sayede göç vaktini anlıyorlar" cevabı bilim dışı bir cevaptır. Bu nasıl bir saattir, vücudun hangi organına bağlı olarak çalışmaktadır ve nasıl oluşmuştur? Bu saatin bozulması, geri kalması durumunda ne olur? Aynı sistemin sadece tek bir göçmen kuş için değil, bütün göç eden canlılar için geçerli olduğunu düşünürsek bu soruların cevapları daha da önem kazanır.
Bilindiği gibi göçmen kuşlar aynı yerden göçe başlamazlar çünkü her biri aynı yerde bulunmamaktadır. Çoğu kuş türü, önce belirli bir yerde toplanır, sonra hep birlikte göçe başlar. Peki bu canlılar böyle ince bir zamanlamayı nasıl yapmaktadırlar? Nasıl olup da, kuşların sahip oldukları kabul edilen "saat"ler, birbiriyle bu denli uyumludur?
Göç gibi kusursuz planlı bir hareketin kendi kendine oluşması imkansızdır. Ayrıca kuşlarda ve göç eden diğer tüm canlılarda ne çeşitte olursa olsun bir saat yoktur. Göç eden bütün canlılar bunu her sene kendi belirledikleri zamanlarda yaparlar, ama bunu bir iç saate uyarak yapmazlar. Bazı kişilerin iç saat olarak nitelendirdikleri şey; Allah'ın bu canlılar üzerindeki kontrolüdür. Evrendeki her şey gibi göç eden canlılar da Allah'ın emirleri ile hareket etmektedirler.
Enerji kullanımı
Kuşlar uçmak için büyük bir enerji sarf ederler. Bu yüzden de kara ve denizdeki tüm canlılardan daha çok yakıta ihtiyaç duyarlar. Örneğin, 3.000 km.lik Hawaii-Alaska mesafesini kat edebilmek için bir kaç gramlık "sarısalkım kuşu", yolculuğu boyunca 2.5 milyon kez kanat çırpmak zorundadır ve 36 saat gibi uzun bir süre havada kalabilmektedir. Bu yolculuğu sırasındaki sürati ise saatte ortalama 80 km.dir. Bu kadar yorucu bir uçuş sırasında, kuşların kanındaki asit miktarı aşırı derecede artar ve yükselen vücut ısısı nedeniyle de kuş bayılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bazı kuşlar, bu tehlikeyi karaya inerek engellerler. Peki engin denizlerin üzerinde göç etmekte olanlar ne yapacaktır? Kuş bilimciler bu durumda kuşların kanatlarını mümkün olduğu kadar açıp, kendilerini bırakarak serinlediklerini gözlemlemişlerdir.
Göçmen kuşların metabolizmaları da, bu işi kaldıracak kadar güçlüdür. Örneğin göç eden en küçük kuş olan "kolibri"nin vücudundaki metabolizma hareketi, bir filinkinden 20 kat daha fazladır. Kuşun vücut sıcaklığı 62°C' ye ulaşır.
Uçuş teknikleri
Allah kuşları böyle zorlu uçuşlar için uygun bir tarzda yaratmış olmasının yanında, bir de onları elverişli rüzgarlardan faydalanmalarını sağlayacak yeteneklerle donatmışlardır.
Örneğin leylek, yükselmekte olan ılık hava akımlarıyla 2.000 metreye kadar çıkar, ardından kanat çırpmaksızın kendini aşağı bırakarak bir sonraki ılık hava akımına doğru süzülür. Bu kuşa büyük bir enerji tasarrufu sağlamaktadır.
Kuş sürülerinin bir başka uçuş tekniği ise "V" şeklindeki uçuştur. Bu sayede, önde giden kuvvetli ve büyük kuşlar, hava akımına karşı bir çeşit kalkan oluşturarak, daha zayıf olanların işlerini kolaylaştırırlar. Bu şekilde bir organizasyonun sürü genelinde %23 tasarruf sağladığı ispatlanmıştır.
Yüksek irtifada uçuş
Göçmen kuşların bir bölümü çok yüksek irtifada uçarlar. Örneğin kazlar 8.000 metre yükseklerde uçabilirler. Atmosferin, 5.000 metrede bile deniz seviyesine kıyasla %63 daha az yoğun olduğu hatırlandığında kazların uçtuğu yüksekliğin ne denli akıl almaz olduğu anlaşılmaktadır. Atmosferin bu denli seyrek olduğu bir yükseklikte uçan kuş, daha hızlı kanat çırpmak ve dolayısıyla daha fazla oksijen bulmak zorundadır.
Allah bu hayvanların ciğerlerini, yükseklerdeki oksijenden maksimum oranda faydalanabilecek şekilde yaratmıştır. Memeli hayvanlarınkinden farklı bir şekilde çalışan akciğerler, kuşların seyrek havadan aldıkları enerjinin normalden fazla olmasını sağlar.
Mükemmel duyma yeteneği
Kuşlar göçleri sırasında hava olaylarına da dikkat ederler. Örneğin yaklaşan bir fırtınanın odağına girmemek için yollarını değiştirirler. Kuşların bu özelliğini araştıranlar, bazı kuşların atmosferde çok uzak mesafelere yayılan son derece küçük frekanslı sesleri işittiklerini saptamıştır. Bu sayede göçmen kuş, bulunduğu yerden çok uzaktaki bir dağın üzerinde patlayan fırtınayı veya yüzlerce kilometre ileride, denizin üzerindeki gök gürültüsünü işitebilmektedir. Ayrıca, kuşların göç yollarını, hava şartlarının genelde tehlikeli olduğu bölgelerden uzak tuttukları da bilinmektedir.
Yön algılama
Kuşlar, binlerce kilometrelik uçuşları sırasında, pusula, harita ya da benzeri yön belirleyicilerden yoksun olarak, nasıl doğru yönü bulmaktadırlar?
Bununla ilgili olarak ilk öne sürülen teori, kuşların yer şekillerini ezberledikleri ve böylece yolu şaşırmadan kat edebildikleri şeklindeydi. Yapılan deneyler, bu teorinin yanlış olduğunu göstermiştir.
Konuyla ilgili olarak güvercinler üzerinde yapılan bir deneyde, hayvanların gözlerine etrafı görmelerini engelleyen donuk lensler takılmıştır. Ancak, böylece yeryüzü şekillerini görmeleri engellenmiş güvercinler, sürülerinden bir kaç kilometre ötede bırakılsalar bile, yine gidecekleri yolu bulabilmişlerdir.
Yapılan araştırmalarda, dünyanın manyetik alanının özellikle kuş türleri üzerinde etkili olduğu anlaşılmıştır. Kuşların, yerin manyetik alanından yararlanarak yönlerini bulmalarını sağlayan oldukça gelişmiş bir "manyereseptör" (manyetik alan algılayıcısı) sistemine sahip oldukları ortaya konmuştur. Bu sistem sayesinde, kuşlar, göç sırasında dünyanın değişen manyetik alanını hissederek, yönlerini belirlemektedirler. Deneyler, göçmen kuşların, manyetik alandaki %2'lik bir değişimi bile algıladıklarını göstermiştir.
Şüphesiz, kuşun vücut yapısı, akciğeri, kanatları, sindirim sistemi gibi, yön bulma yetenekleri de Allah'ın kusursuz yaratma sanatının bir delilidir.
BAYKUŞUN UÇUŞUNDAKİ MÜKEMMELLİK
Japon hızlı trenlerinde "güvenlik" en önemli konulardan birisidir. İkinci konu ise Japonya çevre standartlarına uyumdur. Japonya dünyadaki demiryolu işletmeleri içerisinde en katı gürültü standarlarına sahiptir. Bugün mevcut teknolojileri kullanarak daha hızlı gitmek oldukça kolaydır.Ancak bununla beraber daha sessiz gitmek nispeten zor bir konu olmuştur. Japon çevre bakanlığının düzenlemelerine göre yerleşim yerlerinde bir demiryolundan 25 metre ötede gürültü seviyesi 75 dB veya daha az olmalıdır. Kırmızı ışıkta duran arabaların yeşil ışık yandığında aynı anda kalktıklarında gürültü seviyesi 80 dB'i geçmektedir. Bu kıyaslama "Shinkansen" olarak adlandırılan hızlı trenin ne kadar sessiz olmaları gerektiğini ortaya koymak için yeterli olsa gerek.
Tren belli bir hıza ulaşana kadar çıkardığı sesin nedeni raylar üzerindeki hareketidir. Ancak hız 200 km/s'e hıza ulaştığında, sesin asıl kaynağı trenin hava içindeki hareketiyle ortaya çıkan aerodinamik gürültü olur.
Aerodinamik gürültünün oluşmasındaki bir numaralı etken ise tepedeki tellerden elektrik almak için kullanılan pantograflar veya akım toplayıcılardır. Normalde kullanılan dikdörtgen şekilli bilinen pantograflarla gürültüyü azaltamayacağını fark eden mühendisler, dikkatlerini hızlı ama sessiz hareket eden canlılar üzerinde toplarlar.
Baykuş, tüm kuşlar içinde en sessiz uçuşu gerçekleştirir. Bu, Allah'ın baykuşa tarladaki avına sessizce yaklaşabilmesini sağlamak için verilmiş bir üstünlüktür. Baykuş ailesinin düşük sesle uçmasının ardındaki sırlardan bir tanesi kanatlarındaki kıvrımlardır, sıradan kuşlarda mevcut olmayan pek çok pürüzlü tüy mevcuttur. Bu pürüzlü tüyler çıplak gözle görülebilirler. "Aerodinamik ses" hava akımında oluşan girdaplarla oluşur. Girdaplar büyüdükçe ses de artar. Baykuşun kanadında pek çok pürüzlü çıkıntılar olduğundan, büyük girdaplar yerine küçük girdaplar oluşmakta bu sayede de son derece sessiz bir uçuş gerçekleştirmektedir.
Japon mühendis ve tasarımcılar, doldurulmuş bir baykuşu rüzgar tünelinde teste tabi tutunca bu kuşun kanat yapısındaki mükemmelliği bir kez daha görürler.
Sonunda trenin üzerinde ki gürültü, baykuş ailesinin düzensiz tüy prensibine benzeyen kanat şeklinde pantograflar kullanılarak etkin biçimde azaltılır. Dolayısıyla Japonların doğadan esinlenerek taklit ettikleri bu sistem, pantograf benzerleri içinde "işini en sessiz olarak yapan" ünvanını almaya hak kazanmıştır. Tüm bunlar Allah'ın baykuştaki üstün yaratışını ve insanların bu üstün yaratışa bakarak örnek aldığını gösteren sadece bir delildir.
Tren belli bir hıza ulaşana kadar çıkardığı sesin nedeni raylar üzerindeki hareketidir. Ancak hız 200 km/s'e hıza ulaştığında, sesin asıl kaynağı trenin hava içindeki hareketiyle ortaya çıkan aerodinamik gürültü olur.
Aerodinamik gürültünün oluşmasındaki bir numaralı etken ise tepedeki tellerden elektrik almak için kullanılan pantograflar veya akım toplayıcılardır. Normalde kullanılan dikdörtgen şekilli bilinen pantograflarla gürültüyü azaltamayacağını fark eden mühendisler, dikkatlerini hızlı ama sessiz hareket eden canlılar üzerinde toplarlar.
Baykuş, tüm kuşlar içinde en sessiz uçuşu gerçekleştirir. Bu, Allah'ın baykuşa tarladaki avına sessizce yaklaşabilmesini sağlamak için verilmiş bir üstünlüktür. Baykuş ailesinin düşük sesle uçmasının ardındaki sırlardan bir tanesi kanatlarındaki kıvrımlardır, sıradan kuşlarda mevcut olmayan pek çok pürüzlü tüy mevcuttur. Bu pürüzlü tüyler çıplak gözle görülebilirler. "Aerodinamik ses" hava akımında oluşan girdaplarla oluşur. Girdaplar büyüdükçe ses de artar. Baykuşun kanadında pek çok pürüzlü çıkıntılar olduğundan, büyük girdaplar yerine küçük girdaplar oluşmakta bu sayede de son derece sessiz bir uçuş gerçekleştirmektedir.
Japon mühendis ve tasarımcılar, doldurulmuş bir baykuşu rüzgar tünelinde teste tabi tutunca bu kuşun kanat yapısındaki mükemmelliği bir kez daha görürler.
Sonunda trenin üzerinde ki gürültü, baykuş ailesinin düzensiz tüy prensibine benzeyen kanat şeklinde pantograflar kullanılarak etkin biçimde azaltılır. Dolayısıyla Japonların doğadan esinlenerek taklit ettikleri bu sistem, pantograf benzerleri içinde "işini en sessiz olarak yapan" ünvanını almaya hak kazanmıştır. Tüm bunlar Allah'ın baykuştaki üstün yaratışını ve insanların bu üstün yaratışa bakarak örnek aldığını gösteren sadece bir delildir.
BUKALEMUNDAKİ HARİKA TASARIM
Bukalemunların bulundukları ortama göre renk değiştirebilmeleri görülmeye değer bir olaydır. Zira bukalemun öylesine üstün bir kamuflaj yeteneğine sahiptir ki, bu işi yapmaktaki çabukluğu ile insanı hayrete düşürür.
Bukalemun, derisinin altındaki kırmızı ve sarı renk taşıyıcıları, mavi ve beyaz yansıtıcı tabakayı ve en önemlisi de rengini koyulaştıran "kramotofor" hücrelerini büyük bir ustalıkla kullanabilir. Örneğin bir bukalemunu sapsarı bir ortama koyduğunuzda vücudunun renginin de hızla sarı renge dönüştüğünü ve ortama uyum sağladığını görürsünüz. Üstelik bukalemun sadece tek bir renge değil alacalı renklere de tam bir uyum gösterebilmektedir. Bunu başarabilmesinin sırrı ise bu usta kamuflajcının derisinin altındaki renk hücrelerinin boyutça büyümeleri ve hızla yer değiştirerek bulundukları yere uyum göstermeleridir. Bugün bilim adamları bukalemunlara bakarak renk değiştirebilen ürünler tasarlamaya çalışmaktadırlar.
Peki bukalemun bu son derece mükemmel değişimi kendi kendine yapmış olabilir mi?
Böyle bir işlemi bukalemunun kendi iradesiyle yaptığını iddia etmek elbette ki akıl dışı olacaktır.Çünkü bir sürüngenin kendi bedeninin görünümünü belirlemesi, hatta görünümünü değiştirecek bir sistemi vücudunun içine yerleştirmesi elbette ki mümkün değildir. Böyle üstün bir yeteneğin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek de tamamen tutarsız ve anlamsız bir iddiadır. Doğadaki hiçbir mekanizma böyle kusursuz bir yeteneği oluşturma ve ihtiyacı olan canlıya verme gücüne sahip değildir. Çünkü bu canlının vücudundaki hücrelere, atomlara hakim olan ve bunlar üzerinde dilediği ayarlamayı yapan bir mekanizma doğada mevcut değildir.
Bukalemunları da yeryüzündeki diğer tüm canlılar gibi Allah yaratmıştır. Allah yaratma sanatındaki benzersizliğini bize bukalemunda da göstermektedir.
Bukalemun, derisinin altındaki kırmızı ve sarı renk taşıyıcıları, mavi ve beyaz yansıtıcı tabakayı ve en önemlisi de rengini koyulaştıran "kramotofor" hücrelerini büyük bir ustalıkla kullanabilir. Örneğin bir bukalemunu sapsarı bir ortama koyduğunuzda vücudunun renginin de hızla sarı renge dönüştüğünü ve ortama uyum sağladığını görürsünüz. Üstelik bukalemun sadece tek bir renge değil alacalı renklere de tam bir uyum gösterebilmektedir. Bunu başarabilmesinin sırrı ise bu usta kamuflajcının derisinin altındaki renk hücrelerinin boyutça büyümeleri ve hızla yer değiştirerek bulundukları yere uyum göstermeleridir. Bugün bilim adamları bukalemunlara bakarak renk değiştirebilen ürünler tasarlamaya çalışmaktadırlar.
Peki bukalemun bu son derece mükemmel değişimi kendi kendine yapmış olabilir mi?
Böyle bir işlemi bukalemunun kendi iradesiyle yaptığını iddia etmek elbette ki akıl dışı olacaktır.Çünkü bir sürüngenin kendi bedeninin görünümünü belirlemesi, hatta görünümünü değiştirecek bir sistemi vücudunun içine yerleştirmesi elbette ki mümkün değildir. Böyle üstün bir yeteneğin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek de tamamen tutarsız ve anlamsız bir iddiadır. Doğadaki hiçbir mekanizma böyle kusursuz bir yeteneği oluşturma ve ihtiyacı olan canlıya verme gücüne sahip değildir. Çünkü bu canlının vücudundaki hücrelere, atomlara hakim olan ve bunlar üzerinde dilediği ayarlamayı yapan bir mekanizma doğada mevcut değildir.
Bukalemunları da yeryüzündeki diğer tüm canlılar gibi Allah yaratmıştır. Allah yaratma sanatındaki benzersizliğini bize bukalemunda da göstermektedir.
6 Nisan 2010 Salı
ÖNEMLİ BİR KAYNAK: DİATOMLAR
Diatomlar mikroskobik bitkisel alglerdir. En büyükleri 1 milimetre çapında olan bu minik canlılardan 1 cm3 deniz suyunda, yaklaşık 10 bin adet bulunur. Ancak tüm diatomlar suda yaşamazlar. Bazıları toprak üstünde, yosunlara tutunarak ağaçlarda ve hatta yeteri kadar nem olduğunda duvarlarda bile yaşayabilirler. Bu altın sarısı, kahverengi algler ışık, su, karbondioksit ve gerekli besinlerin olduğu her yerde bulunurlar.
Karada yaşayan canlılar, insanlar da dahil olmak üzere, hayatlarını bir anlamda diatomlara borçludurlar. Yaptıkları fotosentez sayesinde, soluduğumuz oksijenin büyük bir kısmını diatomlar üretirler. Diatomların üzerlerinde çok sayıda gözenek bulunur. Bu gözenekler besinlerin içeriye girip gaz değişimi yapmalarına olanak sağlar. Diatomlar oksijen üreten mikro fabrikalar gibi çalışırlar. Trilyonlarca diatom, bu gaz değişimi sonunda kendi ihtiyaçlarının çok üzerinde oksijen üreterek atmosferdeki oksijen oranına son derece önemli bir katkıda bulunmuş olurlar.
Bunun yanı sıra denizlerdeki besin zinciri içerisinde de çok önemli bir rol oynarlar. Diatomlar hayvansal planktonları oluşturan küçük canlıların temel besin kaynaklarıdır. Hayvansal planktonlar da daha büyük türler için besin kaynağı olan ringa gibi balıklar tarafından tüketilirler. Örneğin oldukça büyük bir canlı olan kambur balina gibi canlılar diatomlarla beslenir. Bir balinanın birkaç saat tok kalabilmesi için birkaç yüz milyar diatom gereklidir.
Diatomların en etkileyici özellikleri ise kendilerinin inşa ettikleri kabuklarıdır. Diatomlar mükemmel mimarlardır. Kendilerine denizin içinde opalden evler inşa ederler. Bu evler, bazen parıldayan bir kozalağı, bazen bir spirali, bazen de ışıldayan kristal bir avizeyi andırır. İlginç olan ise, yirmi beş binden fazla diatom türü olmasına rağmen hiçbirisinin kabuğunun bir diğerine benzememesidir. Tıpkı bir kar tanesinin diğerine benzememesi gibi diatomların görünümleri de farklıdır.
Diatomlar suda çözünmüş silikonu kıymetli bir taş olan opale benzeyen silikaya çevirerek kabuk üretirler. Bu dönüşüm sonucunda ortaya çıkan cam benzeri kabuklar müthiş bir çeşitliliğe ve mükemmel bir mimariye sahiptirler. Diatomların üzerinde bulunan ve besinlerin içeriye girmesine ve gaz değişimine olanak sağlayan gözenekler aynı zamanda yapıyı da inceltirler. Şimdi çok üstün tasarım yeteneğine sahip bir mimarı düşünün. Ancak bu mimarın malzeme bilgisi yetersiz olsun ya da mimari tasarım yapması için gerekli olan malzemeyi bulamasın. Tek başına tasarım yeteneğinin bir anlam ifade etmeyeceği çok açıktır. Oysa diatomlar hem tasarım yeteneği benzersiz olan mimarlar gibi hareket eder, hem de küçücük bedenlerinde birtakım kimyasal düzenlemeler yaparak ortaya mükemmel eserler çıkarırlar. Diatomlar toplu iğne başı büyüklüğünde, sinir sistemi veya beyin oluşumu olmayan mikroskobik canlılardır. Bu canlıların kimya ya da mimarlık eğitimi almışcasına ürettikleri son derece estetik kabukların tesadüfler sonucu oluşamayacağı çok açıktır. Üstelik bütün diatomlar aynı malzemeyi kullanarak, aynı özelliklerde ancak birbirinden tamamen farklı görünüşte ve aynı kusursuzlukta kabuklar yaparlar. Diatomlardaki bu mükemmel mimari ve sayılamayacak kadar çeşitlilik elbette Allah'ın benzersiz sanatının bir tecellisidir.
Karada yaşayan canlılar, insanlar da dahil olmak üzere, hayatlarını bir anlamda diatomlara borçludurlar. Yaptıkları fotosentez sayesinde, soluduğumuz oksijenin büyük bir kısmını diatomlar üretirler. Diatomların üzerlerinde çok sayıda gözenek bulunur. Bu gözenekler besinlerin içeriye girip gaz değişimi yapmalarına olanak sağlar. Diatomlar oksijen üreten mikro fabrikalar gibi çalışırlar. Trilyonlarca diatom, bu gaz değişimi sonunda kendi ihtiyaçlarının çok üzerinde oksijen üreterek atmosferdeki oksijen oranına son derece önemli bir katkıda bulunmuş olurlar.
Bunun yanı sıra denizlerdeki besin zinciri içerisinde de çok önemli bir rol oynarlar. Diatomlar hayvansal planktonları oluşturan küçük canlıların temel besin kaynaklarıdır. Hayvansal planktonlar da daha büyük türler için besin kaynağı olan ringa gibi balıklar tarafından tüketilirler. Örneğin oldukça büyük bir canlı olan kambur balina gibi canlılar diatomlarla beslenir. Bir balinanın birkaç saat tok kalabilmesi için birkaç yüz milyar diatom gereklidir.
Diatomların en etkileyici özellikleri ise kendilerinin inşa ettikleri kabuklarıdır. Diatomlar mükemmel mimarlardır. Kendilerine denizin içinde opalden evler inşa ederler. Bu evler, bazen parıldayan bir kozalağı, bazen bir spirali, bazen de ışıldayan kristal bir avizeyi andırır. İlginç olan ise, yirmi beş binden fazla diatom türü olmasına rağmen hiçbirisinin kabuğunun bir diğerine benzememesidir. Tıpkı bir kar tanesinin diğerine benzememesi gibi diatomların görünümleri de farklıdır.
Diatomlar suda çözünmüş silikonu kıymetli bir taş olan opale benzeyen silikaya çevirerek kabuk üretirler. Bu dönüşüm sonucunda ortaya çıkan cam benzeri kabuklar müthiş bir çeşitliliğe ve mükemmel bir mimariye sahiptirler. Diatomların üzerinde bulunan ve besinlerin içeriye girmesine ve gaz değişimine olanak sağlayan gözenekler aynı zamanda yapıyı da inceltirler. Şimdi çok üstün tasarım yeteneğine sahip bir mimarı düşünün. Ancak bu mimarın malzeme bilgisi yetersiz olsun ya da mimari tasarım yapması için gerekli olan malzemeyi bulamasın. Tek başına tasarım yeteneğinin bir anlam ifade etmeyeceği çok açıktır. Oysa diatomlar hem tasarım yeteneği benzersiz olan mimarlar gibi hareket eder, hem de küçücük bedenlerinde birtakım kimyasal düzenlemeler yaparak ortaya mükemmel eserler çıkarırlar. Diatomlar toplu iğne başı büyüklüğünde, sinir sistemi veya beyin oluşumu olmayan mikroskobik canlılardır. Bu canlıların kimya ya da mimarlık eğitimi almışcasına ürettikleri son derece estetik kabukların tesadüfler sonucu oluşamayacağı çok açıktır. Üstelik bütün diatomlar aynı malzemeyi kullanarak, aynı özelliklerde ancak birbirinden tamamen farklı görünüşte ve aynı kusursuzlukta kabuklar yaparlar. Diatomlardaki bu mükemmel mimari ve sayılamayacak kadar çeşitlilik elbette Allah'ın benzersiz sanatının bir tecellisidir.
FEROMONLARLA HABERLEŞME
Feromonları izleyerek haberleşme şekline daha çok arı, karınca, termit gibi birlikte yaşayan böceklerde rastlanır. Toprağa bırakılan kimyasal izler, böceklerin gezindiği tüm ortamlarda, ağaçlarda, dallarda, yapraklarda ve meyvelerde olabilir. Havadaki izler ise uçan böcekler tarafından bırakılır ve sürekli yenilenmeleri gerekir. Koku yoluyla etkili olan cinsiyet feromonları bu gruba girer.
Böcekler boyutlarının küçüklüğü, uçabilme ve hızlı hareket edebilme gibi özellikleri nedeniyle, çok geniş alanlara yayılabilirler. Bu özellikleri, üremeleri için ilk anda sorun oluşturacakmış gibi düşünülebilir. Ancak bu durum, feromonlar sayesinde ortadan kalkmıştır.
Koku yoluyla etkili olan cinsiyet feromonları erkek ve dişi böceklerin birbirlerini bulmalarını sağlar. Örneğin Limantridae ailesinden bir kelebek türünde, dişinin vücudunun son kısmından havaya salgıladığı kokuyu erkek güçlü antenleriyle algılar. Erkeğin 8 kilometre gibi muazzam bir uzaklıktan bile algılayabildiği bu çekici kokuyu, hiçbir koku bastıramaz. Bu türün dişisi kanatsız olması nedeniyle hareketsizdir. Erkek, dişinin yalnızca kokusuna kapılarak onu bulur ve çiftleşme gerçekleşir.
Feromonlarla iletişim konusunda bir başka şaşırtıcı örneğe de kiraz sineklerinde (Rhagoletis cerasi) rastlarız. Kiraz sineği, yumurtalarını kiraz meyvesine koyduktan sonra, vücudundan salgıladığı bir feromonu meyveye bırakarak yumurtalarını korur. Bu meyveye daha sonra gelen ikinci bir sinek, feromonun varlığını fark eder ve mesajı anlar. Yumurtalarını bırakmak üzere başka bir kiraz ağacı aramak için hemen uzaklaşır.
Bagworm güvelerinin ise feromonlar olmadan soylarını devam ettirmesi mümkün değildir. Bu güve türü düşmanlarından korunmak için larva dönemlerinde kendisine bir nevi kamuflaj çantası yapar. Larva çantayı yaparken üzerinde yaşadığı bitkiden topladığı yaprak ve ağaç dalları gibi malzemeleri kullanır. Bagworm güveleri çantalarını hiç terk etmeden yaşamlarını sürdürürler. Öyle ki beslenirken bile çantalarından ayrılmazlar. Özellikle dişiler yetişkin hale gelseler de kanatları ve bacakları olmadığı için çantalarını terk edemezler.
Çiftleşme de bu kozanın içinde, dişilerin salgıladığı özel bir feromon sayesinde gerçekleşir. Dişi çiftleşmek için hazır olduğunda çantasını yumuşatarak gevşeten bir kimyasal madde salgılar. Bu madde erkek güvenin kozanın içine girmesini kolaylaştıracaktır. Dişinin salgıladığı cinsellik feromonunu fark eden erkek güve, dokusu yumuşamış olan çantanın içinde küçük bir delik açar ve hiç görmediği dişiyle çiftleşir. Ardından dişi çantanın içerisine yumurtalarını bırakır. Erkeğin açtığı boşluğu tıkamak için de dişi, vücudunda başka bir madde üretir. Bu işlemlerden kısa bir süre sonra da ölür. Tırtıllar yumurtalarından çıktıklarında çantayı aşındırarak dışarı çıkarlar ve yeni çantalar üreterek gelişimlerini sürdürürler.
Buraya kadar verilen örneklerde çok açık olarak görülen bir gerçek vardır. Bu canlılar mükemmel işler başarmaktadırlar. Kendi türlerine ait olan kokuyu hemen tanımakta hatta kilometrelerce uzakta bile olsa bu kokuyu algılamaktadırlar. Bugünkü teknoloji ile bir insanın ya da bir makinenin kilometrelerce uzaktaki bir kokuyu fark etmesi mümkün değildir. Buna rağmen 1-2 cm.'lik böcekler vücutlarındaki özel tasarlanmış algılayıcılarını kullanarak kokuları fark edebilirler. Allah bu canlıları mükemmel sistemlerle yaratmıştır. Benzersiz şekilde yaratan Allah çok yücedir.
Keskin hatlarıyla göze çarpan Barred Sulphur türü, Florida'nın en yaygın kelebeklerinden biridir. Erkeğin ön kanatlarının üst kısmının kenarlarından siyah bir hat geçmektedir. Dişilerde bu siyah bölüm yoktur. Erkek kelebeklerdeki bu siyah hat üzerinde koku pulları bulunur. Bu pullar dişiyi etkileyen ve erkeğin bulunduğu yere çeken özel bir parfüm yaymaktadır.8
Erkek Io güvesinin başında tüy benzeri duyargaları vardır. Bu duyargalar güvenin mükemmel koku alma duyusunun kaynağıdır ve 1.5 kilometreden daha uzak bir yerden eşini fark etmesini ve yerini tespit etmesini sağlamaktadır.
Böcekler boyutlarının küçüklüğü, uçabilme ve hızlı hareket edebilme gibi özellikleri nedeniyle, çok geniş alanlara yayılabilirler. Bu özellikleri, üremeleri için ilk anda sorun oluşturacakmış gibi düşünülebilir. Ancak bu durum, feromonlar sayesinde ortadan kalkmıştır.
Koku yoluyla etkili olan cinsiyet feromonları erkek ve dişi böceklerin birbirlerini bulmalarını sağlar. Örneğin Limantridae ailesinden bir kelebek türünde, dişinin vücudunun son kısmından havaya salgıladığı kokuyu erkek güçlü antenleriyle algılar. Erkeğin 8 kilometre gibi muazzam bir uzaklıktan bile algılayabildiği bu çekici kokuyu, hiçbir koku bastıramaz. Bu türün dişisi kanatsız olması nedeniyle hareketsizdir. Erkek, dişinin yalnızca kokusuna kapılarak onu bulur ve çiftleşme gerçekleşir.
Feromonlarla iletişim konusunda bir başka şaşırtıcı örneğe de kiraz sineklerinde (Rhagoletis cerasi) rastlarız. Kiraz sineği, yumurtalarını kiraz meyvesine koyduktan sonra, vücudundan salgıladığı bir feromonu meyveye bırakarak yumurtalarını korur. Bu meyveye daha sonra gelen ikinci bir sinek, feromonun varlığını fark eder ve mesajı anlar. Yumurtalarını bırakmak üzere başka bir kiraz ağacı aramak için hemen uzaklaşır.
Bagworm güvelerinin ise feromonlar olmadan soylarını devam ettirmesi mümkün değildir. Bu güve türü düşmanlarından korunmak için larva dönemlerinde kendisine bir nevi kamuflaj çantası yapar. Larva çantayı yaparken üzerinde yaşadığı bitkiden topladığı yaprak ve ağaç dalları gibi malzemeleri kullanır. Bagworm güveleri çantalarını hiç terk etmeden yaşamlarını sürdürürler. Öyle ki beslenirken bile çantalarından ayrılmazlar. Özellikle dişiler yetişkin hale gelseler de kanatları ve bacakları olmadığı için çantalarını terk edemezler.
Çiftleşme de bu kozanın içinde, dişilerin salgıladığı özel bir feromon sayesinde gerçekleşir. Dişi çiftleşmek için hazır olduğunda çantasını yumuşatarak gevşeten bir kimyasal madde salgılar. Bu madde erkek güvenin kozanın içine girmesini kolaylaştıracaktır. Dişinin salgıladığı cinsellik feromonunu fark eden erkek güve, dokusu yumuşamış olan çantanın içinde küçük bir delik açar ve hiç görmediği dişiyle çiftleşir. Ardından dişi çantanın içerisine yumurtalarını bırakır. Erkeğin açtığı boşluğu tıkamak için de dişi, vücudunda başka bir madde üretir. Bu işlemlerden kısa bir süre sonra da ölür. Tırtıllar yumurtalarından çıktıklarında çantayı aşındırarak dışarı çıkarlar ve yeni çantalar üreterek gelişimlerini sürdürürler.
Buraya kadar verilen örneklerde çok açık olarak görülen bir gerçek vardır. Bu canlılar mükemmel işler başarmaktadırlar. Kendi türlerine ait olan kokuyu hemen tanımakta hatta kilometrelerce uzakta bile olsa bu kokuyu algılamaktadırlar. Bugünkü teknoloji ile bir insanın ya da bir makinenin kilometrelerce uzaktaki bir kokuyu fark etmesi mümkün değildir. Buna rağmen 1-2 cm.'lik böcekler vücutlarındaki özel tasarlanmış algılayıcılarını kullanarak kokuları fark edebilirler. Allah bu canlıları mükemmel sistemlerle yaratmıştır. Benzersiz şekilde yaratan Allah çok yücedir.
Keskin hatlarıyla göze çarpan Barred Sulphur türü, Florida'nın en yaygın kelebeklerinden biridir. Erkeğin ön kanatlarının üst kısmının kenarlarından siyah bir hat geçmektedir. Dişilerde bu siyah bölüm yoktur. Erkek kelebeklerdeki bu siyah hat üzerinde koku pulları bulunur. Bu pullar dişiyi etkileyen ve erkeğin bulunduğu yere çeken özel bir parfüm yaymaktadır.8
Erkek Io güvesinin başında tüy benzeri duyargaları vardır. Bu duyargalar güvenin mükemmel koku alma duyusunun kaynağıdır ve 1.5 kilometreden daha uzak bir yerden eşini fark etmesini ve yerini tespit etmesini sağlamaktadır.
BALIKLARIN HER YÖNE HAREKETİ NASIL SAĞLANIR?
Bilindiği gibi balıkların su içindeki tek hareketi ileri geri yönünde değildir. Eğer bir balık su içinde aşağı yukarı hareket edemezse yaşaması mümkün olamaz. Bu problem de balıklarda yaratılan başka bir tasarım ile çözülmüştür.
Balıkların vücutlarında hava keseleri bulunur. Bu keseler sayesinde derinlere inebilir veya su yüzeyine doğru çıkış yapabilirler. Balık derinlere indiğinde, suyun balık üzerindeki fiziksel etkileri de değişir. Çeşitli derinliklerde değişen bu şartlara uyum sağlama, hava kesesindeki gazın azaltılıp, çoğaltılmasıyla sağlanır.
Bunların yanı sıra balıkların ağırlık merkezleri de genellikle hava keselerinden geçecek şekilde tasarlanmıştır. Böylece dengenin bozulması halinde yüzgeçlerinin çok küçük hareketleriyle balık yeniden dengesini sağlayabilir veya istediği pozisyonda durabilir.
Balıkların vücutlarında hava keseleri bulunur. Bu keseler sayesinde derinlere inebilir veya su yüzeyine doğru çıkış yapabilirler. Balık derinlere indiğinde, suyun balık üzerindeki fiziksel etkileri de değişir. Çeşitli derinliklerde değişen bu şartlara uyum sağlama, hava kesesindeki gazın azaltılıp, çoğaltılmasıyla sağlanır.
Bunların yanı sıra balıkların ağırlık merkezleri de genellikle hava keselerinden geçecek şekilde tasarlanmıştır. Böylece dengenin bozulması halinde yüzgeçlerinin çok küçük hareketleriyle balık yeniden dengesini sağlayabilir veya istediği pozisyonda durabilir.
4 Nisan 2010 Pazar
YARASALARIN RADARLARI
Yarasaları ilginç kılan özelliklerinin başında, olağanüstü yön bulma yetenekleri gelir. Yarasaların bu yeteneği, bilim adamları tarafından yürütülen bir dizi deneyle ortaya çıkarılmıştır.
Allah her canlıya yaratmasındaki büyüklüğü, eşsiz tasarımı göstermek için, çeşitli özellikler vermiştir. Bu özellikler insanı hayran bırakan muazzam bir aklın eseridir.
Yarasalar da Allah'ın eşsiz yaratması için verilebilecek güzel örneklerdendir. Bilim adamlarının yaptıkları deneyler sonucunda bu canlıların yeni özellikleri keşfedilmektedir.
Bilim adamlarının yaptığı deneylerde, yarasa karanlık bir odaya bırakılmıştır. Daha sonra odanın diğer ucuna bir sinek yerleştirilmiş ve yarasanın hareketleri gece görüş özelliği olan kameralarla takip edilmiştir. Sinek havada daha ilk kanat çırpışlarını yaparken odanın bir ucundan hızla harekete geçen yarasa doğrudan sineğin yanına gelerek onu avlamıştır. Bu deney ile yarasaların karanlıkta bile işleyen çok keskin bir algılama kabiliyeti olduğu sonucuna varılmıştır. Ancak yarasanın bu üstün algılaması nereden kaynaklanmaktadır? İşitme duyusundan mı, yoksa sahip olduğu özel bir gece görüş sisteminden mi?
Bu soruların cevabını arayan bilim adamları ikinci bir deney daha yapmışlardır. Bu sefer odaya bir tırtıl konmuş ve üzeri bir gazete sayfası ile örtülmüştür. Yarasa, hiç zaman kaybetmeden, yerdeki gazete sayfasını kaldırarak tırtılı yemiştir. Bu sonuç, yarasanın yön bulma yeteneğinin görme duyusuyla ilgili olmadığını göstermektedir.
Bilim adamları yarasalarla ilgili deneylerine devam etmişlerdir: Uzun bir koridorun bir ucuna yarasa, diğer ucuna ise yem olarak bir grup kelebek yerleştirilmiştir. Ancak bundan önce koridoru diklemesine kesen, birbirine paralel duvarlar yapılmıştır. Daha sonra da bu duvarların her birine, ancak bir yarasanın geçebileceği kadar genişlikte birer delik açılmıştır. Deliklerin özelliği her duvarın farklı bir noktasında olmalarıdır. Yani yarasanın bu duvarları aşması için adeta "slalom" yarışı yapan kayakçılar gibi sürekli manevra yapması gerekecektir.
Yarasa ilk duvara yaklaştığında doğrudan deliğe doğru hareket ederek buradan kolaylıkla geçmiştir. Bundan sonraki her duvarda aynı şey gözlemlenmiştir: Yarasa duvara çarpmak bir yana, duvar yüzeyindeki deliği aramaya bile gerek duymamaktadır. Son duvarı da rahatlıkla geçen yarasa burada yakaladığı kelebeklerle karnını doyurmaktadır.
Bu durum karşısında hayranlıklarını gizleyemeyen bilim adamları, yarasanın algılamasındaki hassasiyeti anlamak için son bir deney daha yapmaya karar vermişlerdir. Bu kez amaç yarasanın algı sınırlarını daha kesin belirlemektir. Yine uzun bir tünel hazırlanmış ve tünel boyunca 0.6 mm kalınlığındaki çelik teller tavandan yere inecek şekilde dağınık bir tarzda gerilmiştir. Yarasa, deneyi yapanları bir kez daha şaşırtarak, gerili tellerden hiç birine takılmadan, tek seferde aralarından geçerek yolculuğunu başarıyla tamamlamıştır. Yarasanın bu uçuşu, 0.6 mm kalınlığındaki telleri bile uzaktan algılayabildiğini göstermektedir. Yapılan diğer araştırmalar da yarasaların bu inanılmaz algılama yeteneklerinin, sahip oldukları özel bir sonar sistemine bağlı olduğunu göstermiştir. (www.hayvanlaralemi.net)
Yarasalar, etraflarındaki cisimleri algılamak için, yüksek titreşimli ses dalgaları yayarlar. İnsanlar tarafından duyulamayan bu dalgaların yankıları yarasa tarafından algılanır ve böylece hayvan içinde bulunduğu ortamın bir tür 'harita'sını çıkarır. Yani yarasanın havada uçan küçücük bir sineği algılaması, çıkardığı seslerin sineğe çarpıp geri dönmesiyle oluşan yankıya dayanır. Yarasanın sonarla yön bulması, yaydığı seslerin kendisine geri dönme süreleri arasındaki farkı hesaplaması sayesinde mümkün olmaktadır.
Doppler etkisi denen fizik kuralına göre, hareket halindeki bir cisme çarpan sesin frekansı değişir. Yarasa sanki Doppler etkisini bilirmişçesine, hareketli cisimlere doğru yolladığı ses dalgalarını değiştirir. İşte bu noktada yarasa sonarının olağanüstü bir yönü daha ortaya çıkar. Allah yarasanın işitme sistemini yalnızca kendi sesini duyacak biçimde yaratmıştır.
Allah her canlıya yaratmasındaki büyüklüğü, eşsiz tasarımı göstermek için, çeşitli özellikler vermiştir. Bu özellikler insanı hayran bırakan muazzam bir aklın eseridir.
Yarasalar da Allah'ın eşsiz yaratması için verilebilecek güzel örneklerdendir. Bilim adamlarının yaptıkları deneyler sonucunda bu canlıların yeni özellikleri keşfedilmektedir.
Bilim adamlarının yaptığı deneylerde, yarasa karanlık bir odaya bırakılmıştır. Daha sonra odanın diğer ucuna bir sinek yerleştirilmiş ve yarasanın hareketleri gece görüş özelliği olan kameralarla takip edilmiştir. Sinek havada daha ilk kanat çırpışlarını yaparken odanın bir ucundan hızla harekete geçen yarasa doğrudan sineğin yanına gelerek onu avlamıştır. Bu deney ile yarasaların karanlıkta bile işleyen çok keskin bir algılama kabiliyeti olduğu sonucuna varılmıştır. Ancak yarasanın bu üstün algılaması nereden kaynaklanmaktadır? İşitme duyusundan mı, yoksa sahip olduğu özel bir gece görüş sisteminden mi?
Bu soruların cevabını arayan bilim adamları ikinci bir deney daha yapmışlardır. Bu sefer odaya bir tırtıl konmuş ve üzeri bir gazete sayfası ile örtülmüştür. Yarasa, hiç zaman kaybetmeden, yerdeki gazete sayfasını kaldırarak tırtılı yemiştir. Bu sonuç, yarasanın yön bulma yeteneğinin görme duyusuyla ilgili olmadığını göstermektedir.
Bilim adamları yarasalarla ilgili deneylerine devam etmişlerdir: Uzun bir koridorun bir ucuna yarasa, diğer ucuna ise yem olarak bir grup kelebek yerleştirilmiştir. Ancak bundan önce koridoru diklemesine kesen, birbirine paralel duvarlar yapılmıştır. Daha sonra da bu duvarların her birine, ancak bir yarasanın geçebileceği kadar genişlikte birer delik açılmıştır. Deliklerin özelliği her duvarın farklı bir noktasında olmalarıdır. Yani yarasanın bu duvarları aşması için adeta "slalom" yarışı yapan kayakçılar gibi sürekli manevra yapması gerekecektir.
Yarasa ilk duvara yaklaştığında doğrudan deliğe doğru hareket ederek buradan kolaylıkla geçmiştir. Bundan sonraki her duvarda aynı şey gözlemlenmiştir: Yarasa duvara çarpmak bir yana, duvar yüzeyindeki deliği aramaya bile gerek duymamaktadır. Son duvarı da rahatlıkla geçen yarasa burada yakaladığı kelebeklerle karnını doyurmaktadır.
Bu durum karşısında hayranlıklarını gizleyemeyen bilim adamları, yarasanın algılamasındaki hassasiyeti anlamak için son bir deney daha yapmaya karar vermişlerdir. Bu kez amaç yarasanın algı sınırlarını daha kesin belirlemektir. Yine uzun bir tünel hazırlanmış ve tünel boyunca 0.6 mm kalınlığındaki çelik teller tavandan yere inecek şekilde dağınık bir tarzda gerilmiştir. Yarasa, deneyi yapanları bir kez daha şaşırtarak, gerili tellerden hiç birine takılmadan, tek seferde aralarından geçerek yolculuğunu başarıyla tamamlamıştır. Yarasanın bu uçuşu, 0.6 mm kalınlığındaki telleri bile uzaktan algılayabildiğini göstermektedir. Yapılan diğer araştırmalar da yarasaların bu inanılmaz algılama yeteneklerinin, sahip oldukları özel bir sonar sistemine bağlı olduğunu göstermiştir. (www.hayvanlaralemi.net)
Yarasalar, etraflarındaki cisimleri algılamak için, yüksek titreşimli ses dalgaları yayarlar. İnsanlar tarafından duyulamayan bu dalgaların yankıları yarasa tarafından algılanır ve böylece hayvan içinde bulunduğu ortamın bir tür 'harita'sını çıkarır. Yani yarasanın havada uçan küçücük bir sineği algılaması, çıkardığı seslerin sineğe çarpıp geri dönmesiyle oluşan yankıya dayanır. Yarasanın sonarla yön bulması, yaydığı seslerin kendisine geri dönme süreleri arasındaki farkı hesaplaması sayesinde mümkün olmaktadır.
Doppler etkisi denen fizik kuralına göre, hareket halindeki bir cisme çarpan sesin frekansı değişir. Yarasa sanki Doppler etkisini bilirmişçesine, hareketli cisimlere doğru yolladığı ses dalgalarını değiştirir. İşte bu noktada yarasa sonarının olağanüstü bir yönü daha ortaya çıkar. Allah yarasanın işitme sistemini yalnızca kendi sesini duyacak biçimde yaratmıştır.
İNDİRGENEMEZ KOMPLEKSLİĞE BİR ÖRNEK
"Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır. Ama ben böyle bir organ bulamadım..." diyen Charles Darwin 1800'lü yıllarda yaşadığı için canlıları gerektiği kadar inceleyememişti. İyi inceleyebilmiş olsaydı evrim teorisini hiçbir zaman ortaya atmazdı.
Şu anda okuduğunuz cümleler, elinizde tuttuğunuz bu dergi ve çevremizde gördüğünüz her ürün mutlaka bir tasarımın sonucunda ortaya çıkmıştır. İşe giderken bindiğimiz araçtan, televizyonun kumandasına, içinde yaşadığımız gezegenden, canlı organizmalara kadar herşey...
"Tasarım" kısaca, az veya çok sayıdaki parçaların bir amaca yönelik olarak düzenli bir biçimde bir araya getirilmesi demektir. Bu tanımlamayı esas alarak bir otomobilin tasarım olduğunu tahmin etmekte güçlük çekmezsiniz. Çünkü ortada bir amaç vardır: İnsan ve yük taşımak. Bunu gerçekleştirmek için de araba motoru, lastikler, ve diğer mekanik aksamlar bir fabrikada planlanarak bir araya getirilmişlerdir.
Tüm canlılar için de aynı muhteşem plan söz konusudur. Örneğin zürafayı ele alalım. Bu canlı dünyadaki en verimli çalışan kalp sistemine sahiptir, kalbi -oldukça yüksek kabul edilen
350 mm Hg'lik yüksek bir basınçla kan pompalayacak kadar güçlüdür ve yaşamını korumak için 250 metre uzaklığa kadar yayılan bir koku salgılar. Sadece bu iki bilgi dahi söz konusu canlının bir tasarım ürünü olduğunu açıklamaya yetmektedir. Açıkça var olan bir tasarım ise, tüm canlıları dilediği gibi şekillendiren, tüm evrene hakim olan, üstün güç ve akıl sahibi bir Yaratıcının var olduğunu bize gösterir.
Allah'ın Kuran'da, "O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24) ayetiyle de belirttiği bu gerçek tüm canlıları sarıp kuşatmıştır. Allah'ın bu kusursuz yaratma gücünü ve sanatını daha iyi anlayabilmek için zürafanın sahip olduğu vücut sistemini daha detaylı inceleyelim:
Zürafanın kan pompalamasındaki sır Zürafa beş metreye varan boyuyla karada yaşayan en büyük hayvanlardandır. Yaşayabilmesi için kalbinden iki metre yukarıdaki beynine kan göndermesi şarttır. Bunun içinse çok güçlü bir kalbe ihtiyacı vardır. Nitekim zürafanın kalbi 350 mm Hg. 'lik bir basınçla kan pompalayacak kadar güçlüdür.
Normalde bir insanı öldürebilecek kadar güçlü olan bu sistem, özel bir haznenin içinde bulunur. Hazne, basıncın bu ölümcül etkisini kaldırabilmek için küçük damarlarla kuşatılmıştır. Baştan kalbe kadar giden bölümde; yukarı çıkan ve aşağı inen damarların oluşturduğu bir U sistemi bulunur. Ters yönde akan kan damarları toplam basıncı sıfırlar, böylece hayvan ani kanamalara neden olacak iç basınçtan kurtulmuş olur.
Antibiyotik üreten Zürafalar
Zürafaların derilerinde bakteri ve kenelere karşı çok etkili bir savunma sistemiyle karşılaştılar.
California, Humboldt Üniversitesi biyologlarından Willliam Wood, kokuları çok uzaklardan bile algılanabilen Giraffa camelopardalis reticulata türüne ait zürafaları inceledi. Bu koku o kadar güçlü ki zürafadan 250 metre uzakta olan bir insana ulaşabiliyor. Wood, böylesine güçlü bir kokunun zürafalara bir faydası olup olmadığını merak etti. Çalışmasında, kokunun zürafada nasıl oluştuğundan çok, kokunun özellikleri üzerinde odaklandı.
Zürafanın boyun ve ense kısmından kıl örnekleri alan Wood, kokulara neden olan kimyasalları araştırdı. Yaptığı incelemeler sonucunda zürafaların derisinde her biri koku yayan tam 11 farklı kimyasal bulunduğunu belirledi.
Zürafanın derisinde bulunan güvenlik kalkanı sayesinde, bakteriler, mantarlar ve hatta keneler hayvanın derisinden uzak duruyor. Üstelik bu kimyasallar birbiriyle karışınca, tek başlarına olduklarından daha etkili oluyorlar.
Bu kokulu savunma sistemini kendi başına üretebilmesi için zürafanın, öncelikle düşmanı olan bakteri ve mikropları tanıyor olması gerekir. Bu yüzden zürafa da bakteri ve mikropların metabolizmasının detaylarını bilmeli, onların solunum veya sindirim sistemine hangi kimyasalları sokarak onları etkisiz hale getirebileceğini belirlemelidir. Gerekli kimyasalların hangi özellikte bileşikler olduğunu, bunlar için hangi elementlerden ne kadar gerektiğini, bunları ne şekilde birbirine bağlayacağını da biliyor olmalıdır. Elbette zürafanın farkında olmadığı bu korumayı yaratan Allah'tır.
Kimyager Zürafalar
Zürafanın koku kimyasallarında bulunan Indole adlı kimyasalı içeren bir ilaçtır. Bu ilaç uzman kimyagerlerin uzun deneyleri sonucunda üretilmiştir. Belli bir amaca yöneliktir ve etkisi kanıtlanmıştır. Bilinçli olarak üretildiğine şüphe yoktur. Zürafanın derisindeki kimyasalların tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, bu ilacın da yağmur, rüzgar gibi doğa olaylarıyla tesadüfen oluşabileceğini kabullenmek anlamına gelir ki, hiç kimse bu iddiayı savunmaz.
Zürafanın bakteri ve mikroplara karşı korunmasını var eden güç, hem zürafayı hem de bakteriyi yaratmış olmalıdır. Allah, tüm canlıları yoktan var etmiş ve onları bir örnek edinmeksizin yaratmıştır. Şüphesiz böyle mükemmel bir yaratılışın bir amacı vardır.
Şu anda okuduğunuz cümleler, elinizde tuttuğunuz bu dergi ve çevremizde gördüğünüz her ürün mutlaka bir tasarımın sonucunda ortaya çıkmıştır. İşe giderken bindiğimiz araçtan, televizyonun kumandasına, içinde yaşadığımız gezegenden, canlı organizmalara kadar herşey...
"Tasarım" kısaca, az veya çok sayıdaki parçaların bir amaca yönelik olarak düzenli bir biçimde bir araya getirilmesi demektir. Bu tanımlamayı esas alarak bir otomobilin tasarım olduğunu tahmin etmekte güçlük çekmezsiniz. Çünkü ortada bir amaç vardır: İnsan ve yük taşımak. Bunu gerçekleştirmek için de araba motoru, lastikler, ve diğer mekanik aksamlar bir fabrikada planlanarak bir araya getirilmişlerdir.
Tüm canlılar için de aynı muhteşem plan söz konusudur. Örneğin zürafayı ele alalım. Bu canlı dünyadaki en verimli çalışan kalp sistemine sahiptir, kalbi -oldukça yüksek kabul edilen
350 mm Hg'lik yüksek bir basınçla kan pompalayacak kadar güçlüdür ve yaşamını korumak için 250 metre uzaklığa kadar yayılan bir koku salgılar. Sadece bu iki bilgi dahi söz konusu canlının bir tasarım ürünü olduğunu açıklamaya yetmektedir. Açıkça var olan bir tasarım ise, tüm canlıları dilediği gibi şekillendiren, tüm evrene hakim olan, üstün güç ve akıl sahibi bir Yaratıcının var olduğunu bize gösterir.
Allah'ın Kuran'da, "O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir." (Haşr Suresi, 24) ayetiyle de belirttiği bu gerçek tüm canlıları sarıp kuşatmıştır. Allah'ın bu kusursuz yaratma gücünü ve sanatını daha iyi anlayabilmek için zürafanın sahip olduğu vücut sistemini daha detaylı inceleyelim:
Zürafanın kan pompalamasındaki sır Zürafa beş metreye varan boyuyla karada yaşayan en büyük hayvanlardandır. Yaşayabilmesi için kalbinden iki metre yukarıdaki beynine kan göndermesi şarttır. Bunun içinse çok güçlü bir kalbe ihtiyacı vardır. Nitekim zürafanın kalbi 350 mm Hg. 'lik bir basınçla kan pompalayacak kadar güçlüdür.
Normalde bir insanı öldürebilecek kadar güçlü olan bu sistem, özel bir haznenin içinde bulunur. Hazne, basıncın bu ölümcül etkisini kaldırabilmek için küçük damarlarla kuşatılmıştır. Baştan kalbe kadar giden bölümde; yukarı çıkan ve aşağı inen damarların oluşturduğu bir U sistemi bulunur. Ters yönde akan kan damarları toplam basıncı sıfırlar, böylece hayvan ani kanamalara neden olacak iç basınçtan kurtulmuş olur.
Antibiyotik üreten Zürafalar
Zürafaların derilerinde bakteri ve kenelere karşı çok etkili bir savunma sistemiyle karşılaştılar.
California, Humboldt Üniversitesi biyologlarından Willliam Wood, kokuları çok uzaklardan bile algılanabilen Giraffa camelopardalis reticulata türüne ait zürafaları inceledi. Bu koku o kadar güçlü ki zürafadan 250 metre uzakta olan bir insana ulaşabiliyor. Wood, böylesine güçlü bir kokunun zürafalara bir faydası olup olmadığını merak etti. Çalışmasında, kokunun zürafada nasıl oluştuğundan çok, kokunun özellikleri üzerinde odaklandı.
Zürafanın boyun ve ense kısmından kıl örnekleri alan Wood, kokulara neden olan kimyasalları araştırdı. Yaptığı incelemeler sonucunda zürafaların derisinde her biri koku yayan tam 11 farklı kimyasal bulunduğunu belirledi.
Zürafanın derisinde bulunan güvenlik kalkanı sayesinde, bakteriler, mantarlar ve hatta keneler hayvanın derisinden uzak duruyor. Üstelik bu kimyasallar birbiriyle karışınca, tek başlarına olduklarından daha etkili oluyorlar.
Bu kokulu savunma sistemini kendi başına üretebilmesi için zürafanın, öncelikle düşmanı olan bakteri ve mikropları tanıyor olması gerekir. Bu yüzden zürafa da bakteri ve mikropların metabolizmasının detaylarını bilmeli, onların solunum veya sindirim sistemine hangi kimyasalları sokarak onları etkisiz hale getirebileceğini belirlemelidir. Gerekli kimyasalların hangi özellikte bileşikler olduğunu, bunlar için hangi elementlerden ne kadar gerektiğini, bunları ne şekilde birbirine bağlayacağını da biliyor olmalıdır. Elbette zürafanın farkında olmadığı bu korumayı yaratan Allah'tır.
Kimyager Zürafalar
Zürafanın koku kimyasallarında bulunan Indole adlı kimyasalı içeren bir ilaçtır. Bu ilaç uzman kimyagerlerin uzun deneyleri sonucunda üretilmiştir. Belli bir amaca yöneliktir ve etkisi kanıtlanmıştır. Bilinçli olarak üretildiğine şüphe yoktur. Zürafanın derisindeki kimyasalların tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, bu ilacın da yağmur, rüzgar gibi doğa olaylarıyla tesadüfen oluşabileceğini kabullenmek anlamına gelir ki, hiç kimse bu iddiayı savunmaz.
Zürafanın bakteri ve mikroplara karşı korunmasını var eden güç, hem zürafayı hem de bakteriyi yaratmış olmalıdır. Allah, tüm canlıları yoktan var etmiş ve onları bir örnek edinmeksizin yaratmıştır. Şüphesiz böyle mükemmel bir yaratılışın bir amacı vardır.
ARILARI BALMUMUNU NASIL ÜRETİRLER
Arı peteklerinin temel inşaat malzemesi balmumudur. Arılar balmumunu, karınlarının altında yer alan 4 çift salgı bezinden salgılarlar. Bu salgı bezlerinin bitiştiği yerde iki küçük aralık vardır. Balmumu bu aralıklarda ufak ince pullar şeklinde oluşur. Arılar bu küçük tabakaları almak için tüylerden oluşan arka bacaklarındaki kancalarını kullanırlar. Bunu balmumu plakasına geçirir ve arka bacaklarıyla çekip dışarı çıkarırlar. Sonra ileri iterek önce orta, sonra ön ayaklarına ulaştırırlar. (Arılar 6 bacaklıdır) Son olarak plakayı çene kemikleri ile alır ve yoğurarak işlenebilir kıvama getirirler.1 Bir mum pulcuğu alınır alınmaz, aralıktan hemen ikincisi çıkar. Yalnız balmumunun salgılanması için en önemli unsur sıcaklıktır. Bu yüzden işçi arılar peteği inşa etmeye başladıklarında ilk olarak birbirlerine zincir halinde kenetlenir, adeta bir top halini alırlar. Bu sayede balmumu için gerekli olan 35 oC ısı sağlanmış olur. Yoğurma işlemi bu en uygun ısı derecesinde yapılır ve böylece plastikleştirilmiş, inşaata elverişli balmumu hazır olur.
Balmumu üretimi oldukça fazla enerji gerektiren bir işlemdir. Bu nedenle arılar 1 kg. balmumu yapmak için yaklaşık olarak 22 kg. bal tüketirler. Arılar balmumunu salgı bezlerinden her seferinde yaklaşık olarak bir toplu iğnenin başı büyüklüğünde parçalar halinde çıkartırlar.2
Bu oran göz önünde bulundurulduğunda balmumunun neden bu kadar kıymetli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Arılar en küçük bir mum kırıntısını bile çok iyi değerlendirerek balmumundan maksimum istifade ederler. Hatta bir kovanı tamamen terk etmeleri gerektiğinde de bal tüketerek balmumu üretmek yerine, eski kovandan balmumu taşımak gibi bir yönteme başvurdukları bile gözlenmiştir. Bu konuda araştırma yapan Alman bilim adamı Dr. N. Koeniger başka bir yerde yeni bir kovan yapmak için eski kovanı terk eden bir arı kolonisi bulmuştur. Ertesi gün işçi arıların kovana geri döndüğünü gözlemleyen Koeniger, arıların eski hücrelerden balmumu kemirdiğini ve bunları yeni yuvalarına taşıdığını tespit etmiştir. Arıların bu tutumlu davranışlarının nedeni balmumunun üretiminde çok enerji gerekmesidir.
Arılar toplu iğne başı büyüklüğünde parçalardan oluşturdukları balmumunu çok akılcı bir şekilde kullanarak en az balmumu ile en fazla petek inşa ederler. Örneğin arıların 22.5x37 cm. ebatlarında bir petek için sadece 40 gr. balmumu harcadıkları saptanmıştır. Boş ağırlığı 40 gr. olan bu petek yaklaşık 2 kg. bal depolayabilmektedir.
Balmumu Nasıl Ortaya Çıkmıştır?
Arıların petek üretimi balmumunun varlığına bağlıdır. Balmumu gibi petek yapımı için son derece uygun olan bir maddenin arılar tarafından üretiliyor olması başlı başına bir yaratılış delilidir.
Evrimciler, arıların bu özelliklere ilk ortaya çıktıklarında sahip olmadıklarını ve bütün özelliklerinin uzunca bir zaman süreci içinde birbirini izleyen tesadüfler sonucunda ortaya çıktığını iddia ederler. Bu durumda cevaplanması gereken bazı soruları sorarak, evrimcilerin bu iddialarının dayanaksızlığını incelemekte fayda vardır.
Öncelikle kendilerine tamamen yabancı bir madde olan balmumunun içeriğini arılar nasıl bulmuşlardır?
Ve nasıl olup da her arı aynı formülü, aynı kıvamı hatasız olarak milyonlarca yıldır tutturabilmektedir?
Arılar balmumu gibi ideal bir malzemenin üretimini yapacakları sistemleri vücutlarında nasıl oluşturmuşlardır?
Bir an için arıların herhangi bir şekilde peteğin hammaddesi olan balmumunu üretmeyi başardıklarını varsayalım. Bu başarı tek başına hiçbir şey ifade etmeyecektir. Çünkü arı aynı zamanda, yapacağı inşaat için gerekli olan tüm teknik bilgi ve beceriye de sahip olmalıdır.
Yine bir arının -hiç mümkün olmasa da- bu özelliklere şans eseri sahip olduğunu varsayalım; bu da kesinlikle yeterli olmayacaktır. Söz konusu arı, bu bilgiyi bir şekilde diğer koloni üyelerine öğretmek zorundadır. Ve onların bedenlerinde de balmumu üretmek için gerekli olan sistemi oluşturması gerekmektedir. Ayrıca daha sonra gelecek olan nesillere de bu bilgiyi ve üretim sistemini aktarmak zorundadır.
Bunların da ötesinde bütün arıların birlikte çalışabilecekleri şekilde bir iş bölümü yapmayı bilmeleri de gerekmektedir. Çünkü arıların her birinin petek örme bilgi ve becerisine sahip olmaları yeterli değildir. Arıların birlikte iş yapmak için gerekli olan organizasyonu yapabilecekleri akla ve bilince de sahip olmaları gerekmektedir. Çünkü arıların bu organizasyonu nasıl gerçekleştirdiği, nasıl olup da aralarında iletişimin sağlandığı, on binlerce arının karanlık bir kovanda hiçbir karışıklık çıkarmamasının altında ne gibi bir düzenin yattığı gibi pek çok sorunun da yanıtlanması şarttır.
Akıl sahibi her insanın, yukarıda genel olarak özetlediğimiz bu aşamalar üzerinde vicdanını kullanarak biraz düşünmesi yeterli olacaktır. Arı gibi bir canlının her yönüyle petek üretebilecek, bu petekleri de en gerekli şekilde kullanabilecek özelliklere sahip olması elbette ki tesadüflerle meydana gelebilecek bir durum değildir. Bu olağanüstü inşa yeteneği, ne arının boyutuyla, ne sahip olduğu beynin kapasitesiyle, ne de aklı ve şuuruyla bağdaşmamaktadır.
Arının bu yeteneklerini, yeryüzündeki akıl ve bilinç sahibi yegane varlık olan insan ile kıyaslayarak düşünelim. Bir insan kendi isteğiyle vücudunda işine yarayacak yeni bir salgı oluşmasını sağlayabilir mi? Örneğin ihtiyaç duyduğu anda tükürük bezlerinin tutkal üretmesini sağlayacak yeni bir sistemi tasarlayıp, bunu vücuduna yerleştirebilir mi? Elbette ki insanın böyle bir şey yapamayacağını herkes bilir. O halde insanın akıl ve şuur sahibi bir varlık olarak yapamadığını, bir arıdan beklemek makul müdür?
Ne arı, ne de yeryüzündeki başka bir canlı kendi isteğiyle vücuduna yeni organlar ekleyemez, yeni yeni salgılar üretemez. Arılardaki tasarım ve mucizevi yetenekler, açıkça bir Yaratıcı tarafından var edildiklerini kanıtlamaktadır. Arılar da yeryüzündeki diğer tüm canlılar gibi Allah tarafından yaratılmışlardır. Allah arılarda insanların düşünüp ibret alması için benzersiz Aklı'ndan örnekler göstermektedir.
Balmumu üretimi oldukça fazla enerji gerektiren bir işlemdir. Bu nedenle arılar 1 kg. balmumu yapmak için yaklaşık olarak 22 kg. bal tüketirler. Arılar balmumunu salgı bezlerinden her seferinde yaklaşık olarak bir toplu iğnenin başı büyüklüğünde parçalar halinde çıkartırlar.2
Bu oran göz önünde bulundurulduğunda balmumunun neden bu kadar kıymetli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Arılar en küçük bir mum kırıntısını bile çok iyi değerlendirerek balmumundan maksimum istifade ederler. Hatta bir kovanı tamamen terk etmeleri gerektiğinde de bal tüketerek balmumu üretmek yerine, eski kovandan balmumu taşımak gibi bir yönteme başvurdukları bile gözlenmiştir. Bu konuda araştırma yapan Alman bilim adamı Dr. N. Koeniger başka bir yerde yeni bir kovan yapmak için eski kovanı terk eden bir arı kolonisi bulmuştur. Ertesi gün işçi arıların kovana geri döndüğünü gözlemleyen Koeniger, arıların eski hücrelerden balmumu kemirdiğini ve bunları yeni yuvalarına taşıdığını tespit etmiştir. Arıların bu tutumlu davranışlarının nedeni balmumunun üretiminde çok enerji gerekmesidir.
Arılar toplu iğne başı büyüklüğünde parçalardan oluşturdukları balmumunu çok akılcı bir şekilde kullanarak en az balmumu ile en fazla petek inşa ederler. Örneğin arıların 22.5x37 cm. ebatlarında bir petek için sadece 40 gr. balmumu harcadıkları saptanmıştır. Boş ağırlığı 40 gr. olan bu petek yaklaşık 2 kg. bal depolayabilmektedir.
Balmumu Nasıl Ortaya Çıkmıştır?
Arıların petek üretimi balmumunun varlığına bağlıdır. Balmumu gibi petek yapımı için son derece uygun olan bir maddenin arılar tarafından üretiliyor olması başlı başına bir yaratılış delilidir.
Evrimciler, arıların bu özelliklere ilk ortaya çıktıklarında sahip olmadıklarını ve bütün özelliklerinin uzunca bir zaman süreci içinde birbirini izleyen tesadüfler sonucunda ortaya çıktığını iddia ederler. Bu durumda cevaplanması gereken bazı soruları sorarak, evrimcilerin bu iddialarının dayanaksızlığını incelemekte fayda vardır.
Öncelikle kendilerine tamamen yabancı bir madde olan balmumunun içeriğini arılar nasıl bulmuşlardır?
Ve nasıl olup da her arı aynı formülü, aynı kıvamı hatasız olarak milyonlarca yıldır tutturabilmektedir?
Arılar balmumu gibi ideal bir malzemenin üretimini yapacakları sistemleri vücutlarında nasıl oluşturmuşlardır?
Bir an için arıların herhangi bir şekilde peteğin hammaddesi olan balmumunu üretmeyi başardıklarını varsayalım. Bu başarı tek başına hiçbir şey ifade etmeyecektir. Çünkü arı aynı zamanda, yapacağı inşaat için gerekli olan tüm teknik bilgi ve beceriye de sahip olmalıdır.
Yine bir arının -hiç mümkün olmasa da- bu özelliklere şans eseri sahip olduğunu varsayalım; bu da kesinlikle yeterli olmayacaktır. Söz konusu arı, bu bilgiyi bir şekilde diğer koloni üyelerine öğretmek zorundadır. Ve onların bedenlerinde de balmumu üretmek için gerekli olan sistemi oluşturması gerekmektedir. Ayrıca daha sonra gelecek olan nesillere de bu bilgiyi ve üretim sistemini aktarmak zorundadır.
Bunların da ötesinde bütün arıların birlikte çalışabilecekleri şekilde bir iş bölümü yapmayı bilmeleri de gerekmektedir. Çünkü arıların her birinin petek örme bilgi ve becerisine sahip olmaları yeterli değildir. Arıların birlikte iş yapmak için gerekli olan organizasyonu yapabilecekleri akla ve bilince de sahip olmaları gerekmektedir. Çünkü arıların bu organizasyonu nasıl gerçekleştirdiği, nasıl olup da aralarında iletişimin sağlandığı, on binlerce arının karanlık bir kovanda hiçbir karışıklık çıkarmamasının altında ne gibi bir düzenin yattığı gibi pek çok sorunun da yanıtlanması şarttır.
Akıl sahibi her insanın, yukarıda genel olarak özetlediğimiz bu aşamalar üzerinde vicdanını kullanarak biraz düşünmesi yeterli olacaktır. Arı gibi bir canlının her yönüyle petek üretebilecek, bu petekleri de en gerekli şekilde kullanabilecek özelliklere sahip olması elbette ki tesadüflerle meydana gelebilecek bir durum değildir. Bu olağanüstü inşa yeteneği, ne arının boyutuyla, ne sahip olduğu beynin kapasitesiyle, ne de aklı ve şuuruyla bağdaşmamaktadır.
Arının bu yeteneklerini, yeryüzündeki akıl ve bilinç sahibi yegane varlık olan insan ile kıyaslayarak düşünelim. Bir insan kendi isteğiyle vücudunda işine yarayacak yeni bir salgı oluşmasını sağlayabilir mi? Örneğin ihtiyaç duyduğu anda tükürük bezlerinin tutkal üretmesini sağlayacak yeni bir sistemi tasarlayıp, bunu vücuduna yerleştirebilir mi? Elbette ki insanın böyle bir şey yapamayacağını herkes bilir. O halde insanın akıl ve şuur sahibi bir varlık olarak yapamadığını, bir arıdan beklemek makul müdür?
Ne arı, ne de yeryüzündeki başka bir canlı kendi isteğiyle vücuduna yeni organlar ekleyemez, yeni yeni salgılar üretemez. Arılardaki tasarım ve mucizevi yetenekler, açıkça bir Yaratıcı tarafından var edildiklerini kanıtlamaktadır. Arılar da yeryüzündeki diğer tüm canlılar gibi Allah tarafından yaratılmışlardır. Allah arılarda insanların düşünüp ibret alması için benzersiz Aklı'ndan örnekler göstermektedir.
GÜVELERİN UZMANLIK KONUSU: SES ÜSTÜ DALGALAR
Bir hayvanın hayatta kalabilmesi için düşmanını ya da avını fark edebilmesi en acil ihtiyacıdır. Bunun içinse düşmanını çok iyi tanıması gerekmektedir. Bazı güve türleri bu konuda büyük bir avantaja sahiptirler. Çünkü en büyük düşmanlarının yani yarasaların avlanırken kullandıkları yüksek frekanslı sesleri duyup tanıyabilirler.
Tufts Üniversitesi'nden birkaç öğrenci ve bilim adamı, gece güvelerinin merkezi sinir sistemini inceleyerek mucizevi sonuçlar elde etmişlerdir. Amaç güvenin merkezi sinir sistemini kulağa bağlayan algıların düzeninin şifresini çözmek ve güvenin yarasadan nasıl kurtulduğunu bulmaktır.
Araştırmalar sonucunda kulaklarındaki özel sistem sayesinde güvelerin, yarasanın avlanma sistemini deldikleri anlaşılmıştır. Yarasa ile ilgili haberler, güvenin kulağından merkezi sinir sistemine sadece iki lif aracılığıyla gönderilir. Basit bir yapıya sahip izlenimi veren bu sistem aslında güvenin ses üstü dalgaları algılamasını sağlayacak kadar mükemmel bir tasarıma sahiptir.
Kulaklardaki Erken Uyarı Sistemi
Böcekçil yarasalar gece karanlığında uçarken, bir seri yüksek frekanslı çığlık atarlar. Böylece yankıların kaynağının yönünü ve uzaklığını belirleyerek avlarını bulmayı başarırlar. Bu radar o kadar hassastır ki yarasaların sivrisinekten bile küçük böcekleri bulup yakalamasını sağlar. Yarasa çok başarılı bir avcıdır, ancak bazı gece uçan güve türleri -Noctuidae, Geometridae ve Arctiidae ailesinin üyeleri- yarasaların ses üstü çığlıklarını duyabilen kulaklara sahiptir. Bu kulaklar güvelerin kanatlarının altında bulunur ve "erken uyarı sistemi" gibi çalışırlar. Bu sayede yarasaya av olmaktan kurtulurlar.
Bir yarasanın yaklaştığını duyduklarında, güveler, her zamanki uçuşlarından farklı olarak keskin dalışlar ya da karışık halkalar yaparlar. Kimi zaman da azami hızla yarasanın gönderdiği yüksek frekanslı sesin tam ters yönünde uçarlar. New York City Üniversitesi'nden Asher E. Treat, yarasaların gelişine göre farklı yönde hareket eden güvelerin yaşama ihtimallerinin diğerlerine göre oldukça yüksek olduğunu gözlemlemiştir.
Güvenin kulağı, bizim hiç duyamadığımız, 3.200 metreden daha uzaktaki ses üstü yarasa çığlıklarını yakalayabilir. Bunun yanında, yarasa çığlıklarını da içine alan saniyede 10 kilocycle'dan 100 kilocycle'ın üzerine kadar frekansları fark edebilir. En büyük yetenekleri ise atışlı sesleri -yani sessizliklerle bölünen kısa ses patlamalarını- fark etmeleri ve ses çarpmalarının yükseklikleri arasındaki farkı ayırt etmeleridir. Bunlar güve ile yarasanın savaşında güve için büyük avantajlardır.
Düşmanın Savaş Planını Ele Geçirme
Savaşan iki ülkeden birinin diğerinin savaş planını ele geçirmesi elbette ki çok önemlidir. Onların kullanacakları silahların özelliklerinden haberdar olunması, düşmanın nasıl bir taktik kullanarak saldıracağı, zaferi kolaylaştıracak bilgilerdir. Güvelerin yarasalara karşı kazandıkları zafer de, güvelerin yarasaların tüm saldırı taktiklerinden haberdar olması sayesinde gerçekleşmektedir. Bu durum elbette ki güvelerin yaratılışlarındaki kusursuz tasarımın bir sonucudur. Güve yarasanın sesini algılarken birçok alternatifin gerçekleşme ihtimali vardır. Ancak bunların içinde güvenin tam olarak işine yarayacak olan gerçekleşir ve güve yarasadan kurtulur. Bu ihtimalleri inceleyerek güvenin başardığı işin önemini vurgulayalım:
Güvenin ses algılama menzili yarasanınkinden daha kısa olsaydı, güvenin kulakları onu yarasadan koruyamayacaktı. Böyle bir durumda güve yarasayı fark edip önünden kaçmaya çalışsa bile, yarasa onu keşfedecek ve daha hızlı uçtuğu için de eninde sonunda güveyi yakalayacaktı. Başka bir ihtimal olarak güve çok yakındaki bir yarasayı uzakta gibi algılayabilirdi ya da yarasanın gönderdiği sesin yönünü ters anlayarak kaçmak yerine yarasaya doğru da uçabilirdi...
Ancak bu sayısız ihtimaller içinde güveler en doğru olanını gerçekleştirirler ve yarasaya av olmaktan kurtulurlar.
Ahzab Suresi'nin 52. ayetinde "Allah, herşeyi gözetleyip denetleyendir." buyrulmaktadır. Güveler de yeryüzündeki bütün canlılar gibi Yüce Allah'ın vücutlarında yarattığı mükemmel sistemler ve bunları nasıl kullanacaklarının kendilerine ilham edilmesi sayesinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Ve yine Yüce Allah'ın ilhamı ile kusursuz davranışlarda bulunmakta, doğru seçimi yapmaktadırlar. Kuşkusuz güvelerdeki sistem de Rabbimiz'in sayısız yaratılış delilinden yalnızca biridir.
Güvelerdeki Mükemmel İşitme Sistemi
Scientific American dergisinde yayınlanan makalelerden yararlanılarak hazırlanan Animal Engineering adlı kitapta anlatılanlar, güvelerin vücudunda kusursuz komplekslikte bir sistemin var olduğunu ortaya koymaktadır:
Güvenin kulakları göğsünün arka kısmının yan taraflarında bulunur. Kulak, esas olarak böceğin göğüs ve karnını ayıran dar bir geçide yerleştirilmiştir. Kulaklar dışarıdan bakan biri için küçük birer oyuk gibi gözükebilir. Bu oyukların her birinin içinde şeffaf bir kulak zarı vardır. ("Moth ultrasound", Animal Engineering, Readings from Scientific American with Introductions by Donald Griffin, The Rockefeller University W. H. Freeman Com., San Francisco, s.78)
İlerleyen satırlarda detaylı olarak görüleceği gibi, güvenin kulağındaki bütün detaylar daha iyi duymasını ve yarasanın çığlığını analiz etmesini sağlayacak niteliktedir.
Geçidin orta kulak olarak adlandırılan kısmında yer alan zarın hemen arkasında bir hava kesesi bulunur. Bu kesenin içinde ise boydan boya uzanan, ince bir sıra doku bulunmaktadır. Bu doku güvenin işitme sisteminin parçalarını içerir ve kulak zarının ortasından iskelet desteğine kadar uzanır. Bu sıra üzerinde A hücresi olarak adlandırılan iki işitme hücresi yer alır. Güvenin algıladığı yüksek frekanslı seslerle ilgili tüm bilgiler A1 ve A2 olarak adlandırılan bu iki A lifinin üzerinden merkezi sinir sistemine iletilir.
Sinir liflerindeki elektriksel sinyaller 1 voltun binde 1-2'si kadardır. Güvenin A liflerindeki sinyaller, duyu hücrelerinden merkezi sinir sistemine saniyenin binde ikisinden daha kısa bir sürede ulaşırlar.
Bu sinirler, yarasaların yaydığı ses dalgalarını algılayabilecek kapasitededirler. Ayrıca bu dalgalar arasındaki değişimleri ve dalgaların büyüklüklerini tespit etme konusunda son derece hassastırlar. Güve, liflerdeki tüm bu özellikler sayesinde, uzaktaki bir yarasanın uzun ve zayıf çığlığını, öldürmek üzere yaklaşan bir yarasanın şiddetli çığlığından ayırabilir.
Güvenin Destek Sistemleri
Tufts Üniversitesi'nden birkaç öğrenci ve bilim adamı, gece güvelerinin merkezi sinir sistemini inceleyerek mucizevi sonuçlar elde etmişlerdir. Amaç güvenin merkezi sinir sistemini kulağa bağlayan algıların düzeninin şifresini çözmek ve güvenin yarasadan nasıl kurtulduğunu bulmaktır.
Araştırmalar sonucunda kulaklarındaki özel sistem sayesinde güvelerin, yarasanın avlanma sistemini deldikleri anlaşılmıştır. Yarasa ile ilgili haberler, güvenin kulağından merkezi sinir sistemine sadece iki lif aracılığıyla gönderilir. Basit bir yapıya sahip izlenimi veren bu sistem aslında güvenin ses üstü dalgaları algılamasını sağlayacak kadar mükemmel bir tasarıma sahiptir.
Kulaklardaki Erken Uyarı Sistemi
Böcekçil yarasalar gece karanlığında uçarken, bir seri yüksek frekanslı çığlık atarlar. Böylece yankıların kaynağının yönünü ve uzaklığını belirleyerek avlarını bulmayı başarırlar. Bu radar o kadar hassastır ki yarasaların sivrisinekten bile küçük böcekleri bulup yakalamasını sağlar. Yarasa çok başarılı bir avcıdır, ancak bazı gece uçan güve türleri -Noctuidae, Geometridae ve Arctiidae ailesinin üyeleri- yarasaların ses üstü çığlıklarını duyabilen kulaklara sahiptir. Bu kulaklar güvelerin kanatlarının altında bulunur ve "erken uyarı sistemi" gibi çalışırlar. Bu sayede yarasaya av olmaktan kurtulurlar.
Bir yarasanın yaklaştığını duyduklarında, güveler, her zamanki uçuşlarından farklı olarak keskin dalışlar ya da karışık halkalar yaparlar. Kimi zaman da azami hızla yarasanın gönderdiği yüksek frekanslı sesin tam ters yönünde uçarlar. New York City Üniversitesi'nden Asher E. Treat, yarasaların gelişine göre farklı yönde hareket eden güvelerin yaşama ihtimallerinin diğerlerine göre oldukça yüksek olduğunu gözlemlemiştir.
Güvenin kulağı, bizim hiç duyamadığımız, 3.200 metreden daha uzaktaki ses üstü yarasa çığlıklarını yakalayabilir. Bunun yanında, yarasa çığlıklarını da içine alan saniyede 10 kilocycle'dan 100 kilocycle'ın üzerine kadar frekansları fark edebilir. En büyük yetenekleri ise atışlı sesleri -yani sessizliklerle bölünen kısa ses patlamalarını- fark etmeleri ve ses çarpmalarının yükseklikleri arasındaki farkı ayırt etmeleridir. Bunlar güve ile yarasanın savaşında güve için büyük avantajlardır.
Düşmanın Savaş Planını Ele Geçirme
Savaşan iki ülkeden birinin diğerinin savaş planını ele geçirmesi elbette ki çok önemlidir. Onların kullanacakları silahların özelliklerinden haberdar olunması, düşmanın nasıl bir taktik kullanarak saldıracağı, zaferi kolaylaştıracak bilgilerdir. Güvelerin yarasalara karşı kazandıkları zafer de, güvelerin yarasaların tüm saldırı taktiklerinden haberdar olması sayesinde gerçekleşmektedir. Bu durum elbette ki güvelerin yaratılışlarındaki kusursuz tasarımın bir sonucudur. Güve yarasanın sesini algılarken birçok alternatifin gerçekleşme ihtimali vardır. Ancak bunların içinde güvenin tam olarak işine yarayacak olan gerçekleşir ve güve yarasadan kurtulur. Bu ihtimalleri inceleyerek güvenin başardığı işin önemini vurgulayalım:
Güvenin ses algılama menzili yarasanınkinden daha kısa olsaydı, güvenin kulakları onu yarasadan koruyamayacaktı. Böyle bir durumda güve yarasayı fark edip önünden kaçmaya çalışsa bile, yarasa onu keşfedecek ve daha hızlı uçtuğu için de eninde sonunda güveyi yakalayacaktı. Başka bir ihtimal olarak güve çok yakındaki bir yarasayı uzakta gibi algılayabilirdi ya da yarasanın gönderdiği sesin yönünü ters anlayarak kaçmak yerine yarasaya doğru da uçabilirdi...
Ancak bu sayısız ihtimaller içinde güveler en doğru olanını gerçekleştirirler ve yarasaya av olmaktan kurtulurlar.
Ahzab Suresi'nin 52. ayetinde "Allah, herşeyi gözetleyip denetleyendir." buyrulmaktadır. Güveler de yeryüzündeki bütün canlılar gibi Yüce Allah'ın vücutlarında yarattığı mükemmel sistemler ve bunları nasıl kullanacaklarının kendilerine ilham edilmesi sayesinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Ve yine Yüce Allah'ın ilhamı ile kusursuz davranışlarda bulunmakta, doğru seçimi yapmaktadırlar. Kuşkusuz güvelerdeki sistem de Rabbimiz'in sayısız yaratılış delilinden yalnızca biridir.
Güvelerdeki Mükemmel İşitme Sistemi
Scientific American dergisinde yayınlanan makalelerden yararlanılarak hazırlanan Animal Engineering adlı kitapta anlatılanlar, güvelerin vücudunda kusursuz komplekslikte bir sistemin var olduğunu ortaya koymaktadır:
Güvenin kulakları göğsünün arka kısmının yan taraflarında bulunur. Kulak, esas olarak böceğin göğüs ve karnını ayıran dar bir geçide yerleştirilmiştir. Kulaklar dışarıdan bakan biri için küçük birer oyuk gibi gözükebilir. Bu oyukların her birinin içinde şeffaf bir kulak zarı vardır. ("Moth ultrasound", Animal Engineering, Readings from Scientific American with Introductions by Donald Griffin, The Rockefeller University W. H. Freeman Com., San Francisco, s.78)
İlerleyen satırlarda detaylı olarak görüleceği gibi, güvenin kulağındaki bütün detaylar daha iyi duymasını ve yarasanın çığlığını analiz etmesini sağlayacak niteliktedir.
Geçidin orta kulak olarak adlandırılan kısmında yer alan zarın hemen arkasında bir hava kesesi bulunur. Bu kesenin içinde ise boydan boya uzanan, ince bir sıra doku bulunmaktadır. Bu doku güvenin işitme sisteminin parçalarını içerir ve kulak zarının ortasından iskelet desteğine kadar uzanır. Bu sıra üzerinde A hücresi olarak adlandırılan iki işitme hücresi yer alır. Güvenin algıladığı yüksek frekanslı seslerle ilgili tüm bilgiler A1 ve A2 olarak adlandırılan bu iki A lifinin üzerinden merkezi sinir sistemine iletilir.
Sinir liflerindeki elektriksel sinyaller 1 voltun binde 1-2'si kadardır. Güvenin A liflerindeki sinyaller, duyu hücrelerinden merkezi sinir sistemine saniyenin binde ikisinden daha kısa bir sürede ulaşırlar.
Bu sinirler, yarasaların yaydığı ses dalgalarını algılayabilecek kapasitededirler. Ayrıca bu dalgalar arasındaki değişimleri ve dalgaların büyüklüklerini tespit etme konusunda son derece hassastırlar. Güve, liflerdeki tüm bu özellikler sayesinde, uzaktaki bir yarasanın uzun ve zayıf çığlığını, öldürmek üzere yaklaşan bir yarasanın şiddetli çığlığından ayırabilir.
Güvenin Destek Sistemleri
Güvenin iki kulağa sahip olması ona ses kaynağının yönünü tayin imkanı da verir. Eğer yarasa güvenin solunda ise sağdan gelen ses dalgaları, soldakine oranla saniyenin binde biri kadar bir gecikmeyle algılanır. İki kulak arasındaki bu algılama farkı, güvenin ses kaynağının yerini belirlemesi için yeterlidir.
Güvenin kulaklarındaki hayranlık uyandırıcı özellikler şüphesiz bunlarla sınırlı değildir. Bazı güvelerin kulakları zarımsı yapıdan oluşmuş bir kapağa sahiptir. Bu kapak tıpkı bizim kulak kepçemiz gibi işlev görür. Ses toplayarak duyma kapasitesinin güçlendirilmesine katkıda bulunur.
Bütün bunların yanı sıra bazı güveler sadece ultrasonik sesleri algılamakla kalmaz, böyle sesleri yayabilirler de. Bu güveler yarasayı algıladıklarında kaçmaktan ziyade ultrasonik sesler yayarlar. Ancak bu şaşırtıcı bir durumdur. Çünkü yarasalar ultrasonik sesleri algılamakta tam anlamıyla ustadırlar. Bu durumda güvenin bu hareketinin bir anlamda intihar etmek olduğu düşünülebilir. Ancak yarasalar bu tip güvelerle karşılaştıklarında sanılanın aksine hızla oradan uzaklaşmayı tercih ederler. Bilim adamları bu davranışın iki temele dayanabileceğini düşünüyorlar:
1. Güvenin çıkardığı ses yarasanın algılama sistemini bozmaktadır.
2. Ses yayan güveler yarasaların sevmediği bir tada sahiptir. Yarasa bu sesi algıladığında tatsız bir av ile karşılaştığını düşünmektedir.
Güveler Evrim Teorisini Geçersiz Kılan Yaratılış Delillerinden Yalnızca Biridir
Buraya kadar verilen bilgiler incelendiğinde güvelerin hem davranışlarında çok açık bir şuur görülmekte hem de vücutlarındaki kusursuz tasarım dikkat çekmektedir. Güvenin ses üstü dalgaları algılaması, bunları yorumlayabilmesi, karşı dalgalar gönderebilmesi ayrı ayrı tasarımlar gerektiren özelliklerdir.
Güvelerdeki hayranlık uyandıran tasarımlar da Allah'ın canlıları ne denli kusursuz bir yaratılışla yarattığını gösteren sayısız delilden yalnızca bir tanesidir. Canlılardaki bilinçli tasarım, evrimcilerin iddia ettikleri gibi canlıların tesadüfen ortaya çıkmadıklarını ve üstün bir yaratılış ile yaratıldıklarını açıkça kanıtlamaktadır. Şüphesiz bütün canlı ve cansız varlıkları, bir anda en kusursuz şekilde yaratan Yüce Allah'tır.
Canlı uçuş makineleri: Yusufçuklar
Kuşlar, insanoğlunun asırlardır gerçekleştirmek istedikleri bir işi başarırlar: Uçmak...
İnsanlar uçabilmenin yollarını bulmak için çok uğraştılar. İlk uçağın yapılmasından bugüne kadar yaklaşık yüzyıl geçti. Binlerce değişik modelde uçak geliştirildi. Onbinlerce bilim adamı daha iyi uçabilen makineler yapmak için çalıştı.
Sonuçta ortaya bugün kullanılan mükemmel uçuş makineleri çıktı.
Uçmak büyük bir güçtür. Ancak bu güç, ne kadar kontrol altına alınırsa, o kadar etkili olur. Gerektiğinde havada durmak, veya istenilen noktaya iniş yapabilmek, en az uçabilmek kadar önemlidir. İşte bu yüzden insanlar manevra yeteği yüksek bir uçuş makinesi geliştirmişlerdir; helikopter...
Helikopter havada asılı durabilir. Dikine iniş kalkış yapabilir.
Özellikle askeri alanda sağladığı avantaj nedeniyle, helkopter tasarımı araştırmalarına sınırsız bütçeler ayrılır.
Ancak yapılan son araştırmalar çok şaşırtıcı bir gerçeği o rtaya koymuştur. Günümüz helikopterlerinin uçuş teknolojisi, çok küçük ve canlı bir "makinenin" uçuş teknolojisi ile karşılaştırıldığında oldukça ilkel kalmaktadır.
Bu canlı uçuş makinesi; yusufçuk böceğidir.
Yusufçuktaki Mekanizmalar
Yusufçuk böceklerinin uçuş sistemi gerçek bir tasarım harikasıdır. Ve insanların yaptıkları hiçbir makine yusufçuk kadar yüksek bir uçuş teknolojisine sahip değildir.
Bu yüzden dünyanın önde gelen helikopteri Skorsky'nin, son modelinin tasarımı yusufçuk örnek alınarak gerçekleştirilmiştir.
Bu projede Skorsky'nin tasarımına yardım eden IBM firması, yusufçuğun resmini bu iş için üretilen özel bir bilgisayara yüklemiştir.
Ardından yusufçuğun havadaki manevraları da göz önüne alınarak bilgisayarda binlerce çizim gerçekleştirilmiştir. Sonra yusufçuğun uçuş tekniği örnek alınarak Skorsky modeli ortaya çıkarılmıştır.
Kısacası, küçücük bir böceğin vücudunda insanoğlunun planlayabileceğinden çok daha üstün bir tasarım bulunmaktadır. Şüphesiz bu böcekte görülen şaşırtıcı teknoloji, onun yaratılmış olduğunun bir delilidir. Yusufçuğun uçuş teknikleri ve kanatlarındaki tasarım insana apaçık bir gerçeği gösterir: Bu küçük canlı, bize Allah'ın sanatını gösteren bir yaratılış mucizesidir.
Yusufçuğun gövdesinin üzerinde çaprazlama yerleştirilmiş iki çift kanat bulunmaktadır. Bu yapı ona çok hızlı bir manevra yeteneği kazandırır.
Yusufçuk çok kısa bir zamanda, böcekler için şaşırtıcı bir hıza; saatte 50 km'ye ulaşabilir. Olimpiyatlarda 100 m koşan atletlerin hızları ise sadece saatte 39 km'dir.
İyi uçmanın bir diğer şartı da iyi görmedir. Uçma eğer mükemmel bir görüş sistemi ile desteklenmezse son derece tehlikeli olur. Bu yüzden modern uçak ve helikopterler ileri görüş sistemlerine sahiptirler.
Yusufçuk da çok üstün bir görüş sistemi ile donatılmıştır. Yusufçuk böceğinin tam 30.000 tane mikro gözü vardır. Her göz ayrı bir noktayı görür. Bu gözlerden gelen bilgiler yusufçuğun bir bilgisayar gibi işlem yapan beynine iletilir.
Bu sistem sayesinde yusufçuk, harika bir görüş yeteneğine sahiptir.
Yusufçuğun Manevra Kabiliyeti
Yusufçuğun manevra yeteneği ise en gelişmiş helikopterden daha ileridir. Örneğin ters istikametten hızla gelen bir kamyona çarpmaktan, son anda yaptığı bir manevra ile kurtulur. Hatta daha zor manevraları bile başarabilir.
Sık manevra yapmak zorunda kalan pilotların karşılaştığı güçlüklerden biri manevra sonrasında uçağın yere göre konumunun belirlenmesidir. Eğer pilot manevra sonrasında hangi tarafın alt hangi tarafın üst olduğunu bir an için olsun karıştırırsa, uçak düşebilir.
Teknisyenler bu tehlikeye karşı özel bir aygıt geliştirmişlerdir. "Jiroskop" adı verilen bu aygıt, pilota yapay bir ufuk çizgisi gösterir. Pilot bu çizgi ile gerçek ufuk çizgisini karşılaştırır ve uçağın konumunu anında tespit eder.
Teknisyenlerin geliştirdikleri bu aygıtın bir benzerini, yusufçuk milyonlarca yıldır kullanmaktadır. Yusufçuğun gözlerinin önüne yapay bir ufuk çizgisi çizilmiştir. Vücudu hangi açı ile uçarsa uçsun, bu sayede kafasını hep ufuk çizgisine paralel tutar. Yusufçuğun bedeni uçuş sırasında pozisyon değiştirince, kafası ve bedeni arasındaki tüyler uyarılır. Bu tüylerin köklerinde bulunan sinir hücreleri, uçuş kaslarına yusufçuğun havadaki konumu hakkında bilgi gönderirler.
Bu sayede uçuş kasları da, kanat çırpma hızı ve sayısını otomatik olarak ayarlar. Böylece en zor manevralarda dahi yusufçuk uçuş yönünü ve kontrolünü hiç kaybetmez. Bu sistem gerçek bir mühendislik harikasıdır.
• İşte bu noktada akıl sahibi her insana düşen görev, düşünmektir. Yusufçuk, sahip olduğu olağanüstü sistemlerden haberi bile olmayan bir böcektir. Acaba bu böceğin vücuduna, en usta mühendislerin bile örnek aldığı karmaşık uçuş sistemlerini kim yerleştirmiştir?
• Kusursuz kanatlarını, bu kanatları çalıştıran motorları, üstün görme sistemini yusufçuğa kim vermiştir?
• Bu mükemmel tasarım kimin eseridir?
Canlılığı tesadüflerle açıklamaya kalkan Darwin'in evrim teorisi, bu sorular karşısında suskundur.
Çünkü yusufçuğun vücudundaki sistemlerin evrim yoluyla, yani tesadüflere ve aşama aşama ortaya çıkmış olması imkansızdır.
Bunun nedeni, canlının yaşamı için bu sistemlerin hepsinin aynı anda ve eksiksiz olarak var olması zorunluluğudur. Dünya üzerindeki ilk yusufçuk da, bugünkü mükemmel mekanizmalarıyla ortaya çıkmış olmalıdır. Nitekim bizlere doğa tarihini öğreten fosil kayıtları da bu gerçeği doğrulamaktadır.
140 Milyon Yaşındaki Yusufçuklar Evrimi Yalanlıyor
Fosil kayıtları, ilk yusufçukların günümüzdeki örneklerinden tamamen farksız olduğunu göstermektedir. 140 milyon yıl öncesine ait yusufçuk fosili ile yanına yerleştirilmiş canlısı arasında hiç fark yoktur.
Bu gerçekler, evrim teorisinin geçersizliğini bir kez daha ispatlamaktadır. Dahası, yusufçuk böceğinin de, dünyadaki tüm diğer canlıların da nasıl var olduklarını göstermektedir. Tüm canlılar, alemlerin Rabbi olan Yüce Allah tarafından yaratılmıştır.
Bu gerçekler, evrim teorisinin geçersizliğini bir kez daha ispatlamaktadır. Dahası, yusufçuk böceğinin de, dünyadaki tüm diğer canlıların da nasıl var olduklarını göstermektedir. Tüm canlılar, alemlerin Rabbi olan Yüce Allah tarafından yaratılmıştır.
ÇOK YÖNLÜ UZMANLAR: KOALALAR
Yeryüzünde bulunan canlıların birbirinden mucizevi birçok özelliği bulunmaktadır. Her biri ayrı bir yaratılış mucizesi olan canlılardan birisi de koalalardır. Okaliptüs ağaçlarının yapraklarıyla beslenen koalalar, bu ağaçların üzerinde rahat bir yaşam sürmelerini sağlayacak birbirinden muhteşem özelliklere sahiptir.
Avustralya'da yaşayan koalaların, vücut tasarımları bulundukları çevrede ihtiyaçları olan kusursuz detaylara sahiptir. Örneğin kol ve pençeleri geniş gövdeli okaliptüslere kolaylıkla tırmanmalarını sağlar, ön ayaklarındaki ilk iki parmakları ise diğer üç taneden ayrıktır. Kendi elimizi düşünürsek, iki tane baş parmaklarının olduğu söylenebilir. Arka ayaklardaki baş parmaklar da diğerlerinden ayrıktır ve diğer dört parmak gibi keskin pençelere sahip değildir. Diğer parmaklardan farklı olan bu baş parmaklar daha küçük dallara tutunmayı sağlar.
Pençeleri ağaçların yumuşak ve düzgün gövdelerine çengel gibi saplanabilen koalaların, dört ayağı da, tıpkı bizim bir sopayı kavramamız gibi ağaç dallarını rahatlıkla kavrayabilir ve dallara sarılarak koalanın tırmanmasını sağlar. Ancak koalaların sahip oldukları özellikler bunlarla sınırlı değildir. Koalaların diğer özellikleri ise şöyledir:
Minyatür Bir Biyokimyasal Fabrika
Okaliptüs yaprakları yüksek miktarda lif ve çok az da protein içerir. Bu yapraklarda güçlü kokulu yağlar, fenolik bileşimler ve birçok memeli için yenilemez hatta zehirli olan siyanür niteliğinde maddeler de bulunur. Başka hayvanlar için zararlı olan bu maddeler koalanın vücudunda zehir etkisini kaybeder. Çünkü koala, çok özel bir anatomisi ve fizyolojisi olan bir sindirim sistemine sahiptir.
Tıpkı diğer otçul memeliler gibi koala da okaliptüslerin ana maddesi olan selülozu sindiremez. Ancak bu işlemi, onun için selülozu sindirebilen ve koalanın körbağırsağında yaşayan mikro organizmalar yaparlar.
Koalanın körbağırsağı, kalınbağırsağına açılır ve çok büyüktür. Öyle ki körbağırsak, bağırsağın toplam uzunluğunun yaklaşık % 20'sini oluşturur. Uzunluğu 1.8 ile 2.5 metre arasındadır.
Körbağırsak koalanın sindirim sisteminin en ilginç parçasıdır. Yaprakların sindirim sisteminden geçişi burada geciktirilir. Bu gecikme sayesinde körbağırsaklardaki mikro organizmalar faaliyete geçerek selülozu koalanın faydalanacağı hale getirirler. Bu haliyle koalanın kör bağırsağı biyokimyasal bir fabrikaya benzetilebilir. Selüloz bu fabrikada işlenirken, yağlar ve zehirli niteliğe sahip kimyasallar (fenol bileşikleri) başka bir fabrikada yani karaciğerde süzülmeye uğrayarak etkisiz hale gelirler.
Bilindiği gibi koalanın tek besin kaynağı okaliptüs yapraklarıdır. Bu ise hayvanın karbonhidrat gereksinimini tümüyle mikro organizmaların selülozu sindirmesiyle karşılaması demektir. Bu durum, mikro organizmalar olmadan koalaların yaşamasının mümkün olamayacağını açıkça göstermektedir. Bu iki canlıyı birbiriyle uyumlu yaratan şüphesiz Yüce Allah'tır.
Allah yarattığı bütün varlıkların tüm ihtiyaçlarından haberdardır ve eksiksiz yaratandır. Bu gibi örnekler Allah'ın sonsuz gücünü bize kanıtlar. Aklını kullanan insanların bu gerçeği anlayabilecekleri bir ayette şöyle haber verilmektedir:
Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan herşeyin de Rabbidir... (Şuara Suresi, 28)
Koala ve Su Dengesi
Avustralya yerlileri Aborjinlerin dilinde "koala" su içmeyen anlamına gelir, çünkü koalalar hiç su içmezler. Koalanın bu özelliğinin nedeni okaliptüs yapraklarını yemesidir.
Okaliptüs yapraklarındaki serbest su içeriği % 40 ile % 65 arasında değişir. Bu oran % 40'ın altına düşmez. Çünkü su içeriği % 40'ın altına düşen yapraklar kuruyarak ölür. Bu özellikleri sayesinde, okaliptüs yaprakları doğal olarak koalaya yeterli miktarda su sağlamış olur.
Şüphesiz sadece yaprakların bol su içermeleri tek başına yeterli değildir. Koalanın okaliptüslerdeki suyu kullanabileceği bir vücut yapısına sahip olması da son derece önemlidir. Koalada son derece kusursuz tasarlanmış bir "su kaybı kontrol sistemi" vardır.
Koalalardaki su kaybı böbrekler tarafından kontrol edilir. Ancak daha önemli olan koalanın sindirim sisteminin su tutma özelliğinin olmasıdır. Bu sayede koalanın vücuduna aldığı suyun oldukça az bir kısmı dışarı atılır.
Koala, sindirim sistemindeki su tutma özelliği sayesinde, çok fazla su içermeyen fakat bol bulunan okaliptüs yaprakları ile rahatlıkla idare edebilmektedir. Eğer koalanın sindirim sistemi bu özellikte olmasaydı, hayvan sürekli yere inip su aramak zorunda kalacaktı. Bu da yerde yaşamak için uygun özelliklere sahip olmayan bu canlının birçok tehlikeyle karşı karşıya kalmasına neden olacaktı. Ancak koala özel vücut yapısı sayesinde böyle bir zorlukla hiçbir zaman karşılaşmaz.
Koalanın Koruyucu Kürkü
Koalanın vücut ısısını belirleyen ana unsur kürküdür. Hayvanın kürkü mükemmel bir ısı koruması sağlayacak niteliklerde yaratılmıştır:
Kürkteki tüy yoğunluğu milimetrekare başına yaklaşık 55 tüye kadar ulaşabilmektedir. Hayvanın sırt kürkü, vücut yüzeyinin %77'sini kaplar. Karın tüyleri ise sırt kürkünün ancak yarısı kadar yoğundur ve vücut yüzeyinin % 13'ünü kaplar.
Koaladaki tüylerin uzunluğunda da mevsimlere bağlı bazı farklılıklar oluşur. Yaz aylarında uzun tüylerle, kısa tüyler arasındaki fark daha fazladır.
Kalın sırt kürkü, seyrek karın bölgesi tüylerinden daha koyudur; koala bu sayede, güneşin ısısını toplayarak, ısıyı yalıtabilir. Karın tüyleri seyrek olmasına karşın bunları dikleştirerek yalıtım derecesini ayarlayabilir.
Rüzgarlı günlerde ağaç üzerindeki koalalar, rüzgar hızı arttıkça yalnızca orta-sırt bölgelerini rüzgara karşı verirler. Gittikçe daha fazla büzülerek yuvarlak bir top halini alırlar. Rüzgarın hızı daha da arttığında, kulaklarını da öne doğru kıvırırlar. Bu şekilde hava akımına açık hiçbir yerleri kalmaz. Koalanın sırt kürkü en yüksek yalıtım değerine sahiptir. Öyle ki bu değer, Kuzey kutbunda yaşayan hayvanlarda tespit edilen değerlere oldukça yakındır.
Rüzgarın, bu yoğun ve şilte benzeri sırt kürkü üzerinde etkisi azdır. Rüzgar yüksek hızla estiği zamanlarda kürk, vücut ısısının değişmeden korunmasını sağlayabilir. Soğuk günlerde ve şiddetli rüzgarlarda bile kürkün ısıyı koruma kapasitesindeki düşüş %14 gibi az bir miktardır. Bu veriler, kürkün çok daha yüksek rüzgar hızlarında bile ormanda ağaç tepelerinde yaşayan bir hayvan için ısı açısından mükemmel bir koruma sağlayacağını göstermektedir.
Koalanın metabolizma hızı da kürkünün ısı düzenleme etkisini tamamlayacak şekilde ayarlanmıştır. Koalanın metabolizması oldukça yavaş çalışır. Diğer keseli hayvanların metabolizma hızının %74'ü kadardır. Bu düşük hızdaki metabolizma da, hayvanın su kaybının düşük olduğunu ortaya koyan göstergelerden biridir.
Koala Evrimciler İçin Büyük Bir Çıkmazdır...
Koalanın sahip olduğu özellikleri hatırlayalım:
•Koalalar ağaçlara tırmanmalarını ve burada rahatlıkla yaşamalarını sağlayacak bir vücut yapısına sahiptirler.
•Sindirim sistemlerindeki özel yapı sayesinde, bu ağaçlarda bolca buldukları okaliptüs yapraklarından yeterince besin ve su temin edebilirler.
•Okaliptüs yağlarının zehirleyici etkilerini yok eden özel bir fizyolojik sisteme de sahiptirler.
Yapraklardan aldıkları sudan maksimum istifade etmelerini sağlayacak bir bünyeye de sahiptirler.
Tüm bunlar, koala gibi bir canlının ağaçlar üzerinde yaşaması için gerekli olan şartlardır. Koala için bu kadar önemli olan bu özellikler evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfen ortaya çıkmış olabilir mi?
Bu soruya önyargısız ve objektif düşünen her akıl sahibi insan tek bir cevap verecektir. Elbette ki hayır. Koalayı kusursuz özellikleriyle birlikte yaratan üstün güç sahibi Yüce Allah'tır.
Avustralya'da yaşayan koalaların, vücut tasarımları bulundukları çevrede ihtiyaçları olan kusursuz detaylara sahiptir. Örneğin kol ve pençeleri geniş gövdeli okaliptüslere kolaylıkla tırmanmalarını sağlar, ön ayaklarındaki ilk iki parmakları ise diğer üç taneden ayrıktır. Kendi elimizi düşünürsek, iki tane baş parmaklarının olduğu söylenebilir. Arka ayaklardaki baş parmaklar da diğerlerinden ayrıktır ve diğer dört parmak gibi keskin pençelere sahip değildir. Diğer parmaklardan farklı olan bu baş parmaklar daha küçük dallara tutunmayı sağlar.
Pençeleri ağaçların yumuşak ve düzgün gövdelerine çengel gibi saplanabilen koalaların, dört ayağı da, tıpkı bizim bir sopayı kavramamız gibi ağaç dallarını rahatlıkla kavrayabilir ve dallara sarılarak koalanın tırmanmasını sağlar. Ancak koalaların sahip oldukları özellikler bunlarla sınırlı değildir. Koalaların diğer özellikleri ise şöyledir:
Minyatür Bir Biyokimyasal Fabrika
Okaliptüs yaprakları yüksek miktarda lif ve çok az da protein içerir. Bu yapraklarda güçlü kokulu yağlar, fenolik bileşimler ve birçok memeli için yenilemez hatta zehirli olan siyanür niteliğinde maddeler de bulunur. Başka hayvanlar için zararlı olan bu maddeler koalanın vücudunda zehir etkisini kaybeder. Çünkü koala, çok özel bir anatomisi ve fizyolojisi olan bir sindirim sistemine sahiptir.
Tıpkı diğer otçul memeliler gibi koala da okaliptüslerin ana maddesi olan selülozu sindiremez. Ancak bu işlemi, onun için selülozu sindirebilen ve koalanın körbağırsağında yaşayan mikro organizmalar yaparlar.
Koalanın körbağırsağı, kalınbağırsağına açılır ve çok büyüktür. Öyle ki körbağırsak, bağırsağın toplam uzunluğunun yaklaşık % 20'sini oluşturur. Uzunluğu 1.8 ile 2.5 metre arasındadır.
Körbağırsak koalanın sindirim sisteminin en ilginç parçasıdır. Yaprakların sindirim sisteminden geçişi burada geciktirilir. Bu gecikme sayesinde körbağırsaklardaki mikro organizmalar faaliyete geçerek selülozu koalanın faydalanacağı hale getirirler. Bu haliyle koalanın kör bağırsağı biyokimyasal bir fabrikaya benzetilebilir. Selüloz bu fabrikada işlenirken, yağlar ve zehirli niteliğe sahip kimyasallar (fenol bileşikleri) başka bir fabrikada yani karaciğerde süzülmeye uğrayarak etkisiz hale gelirler.
Bilindiği gibi koalanın tek besin kaynağı okaliptüs yapraklarıdır. Bu ise hayvanın karbonhidrat gereksinimini tümüyle mikro organizmaların selülozu sindirmesiyle karşılaması demektir. Bu durum, mikro organizmalar olmadan koalaların yaşamasının mümkün olamayacağını açıkça göstermektedir. Bu iki canlıyı birbiriyle uyumlu yaratan şüphesiz Yüce Allah'tır.
Allah yarattığı bütün varlıkların tüm ihtiyaçlarından haberdardır ve eksiksiz yaratandır. Bu gibi örnekler Allah'ın sonsuz gücünü bize kanıtlar. Aklını kullanan insanların bu gerçeği anlayabilecekleri bir ayette şöyle haber verilmektedir:
Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan herşeyin de Rabbidir... (Şuara Suresi, 28)
Koala ve Su Dengesi
Avustralya yerlileri Aborjinlerin dilinde "koala" su içmeyen anlamına gelir, çünkü koalalar hiç su içmezler. Koalanın bu özelliğinin nedeni okaliptüs yapraklarını yemesidir.
Okaliptüs yapraklarındaki serbest su içeriği % 40 ile % 65 arasında değişir. Bu oran % 40'ın altına düşmez. Çünkü su içeriği % 40'ın altına düşen yapraklar kuruyarak ölür. Bu özellikleri sayesinde, okaliptüs yaprakları doğal olarak koalaya yeterli miktarda su sağlamış olur.
Şüphesiz sadece yaprakların bol su içermeleri tek başına yeterli değildir. Koalanın okaliptüslerdeki suyu kullanabileceği bir vücut yapısına sahip olması da son derece önemlidir. Koalada son derece kusursuz tasarlanmış bir "su kaybı kontrol sistemi" vardır.
Koalalardaki su kaybı böbrekler tarafından kontrol edilir. Ancak daha önemli olan koalanın sindirim sisteminin su tutma özelliğinin olmasıdır. Bu sayede koalanın vücuduna aldığı suyun oldukça az bir kısmı dışarı atılır.
Koala, sindirim sistemindeki su tutma özelliği sayesinde, çok fazla su içermeyen fakat bol bulunan okaliptüs yaprakları ile rahatlıkla idare edebilmektedir. Eğer koalanın sindirim sistemi bu özellikte olmasaydı, hayvan sürekli yere inip su aramak zorunda kalacaktı. Bu da yerde yaşamak için uygun özelliklere sahip olmayan bu canlının birçok tehlikeyle karşı karşıya kalmasına neden olacaktı. Ancak koala özel vücut yapısı sayesinde böyle bir zorlukla hiçbir zaman karşılaşmaz.
Koalanın Koruyucu Kürkü
Koalanın vücut ısısını belirleyen ana unsur kürküdür. Hayvanın kürkü mükemmel bir ısı koruması sağlayacak niteliklerde yaratılmıştır:
Kürkteki tüy yoğunluğu milimetrekare başına yaklaşık 55 tüye kadar ulaşabilmektedir. Hayvanın sırt kürkü, vücut yüzeyinin %77'sini kaplar. Karın tüyleri ise sırt kürkünün ancak yarısı kadar yoğundur ve vücut yüzeyinin % 13'ünü kaplar.
Koaladaki tüylerin uzunluğunda da mevsimlere bağlı bazı farklılıklar oluşur. Yaz aylarında uzun tüylerle, kısa tüyler arasındaki fark daha fazladır.
Kalın sırt kürkü, seyrek karın bölgesi tüylerinden daha koyudur; koala bu sayede, güneşin ısısını toplayarak, ısıyı yalıtabilir. Karın tüyleri seyrek olmasına karşın bunları dikleştirerek yalıtım derecesini ayarlayabilir.
Rüzgarlı günlerde ağaç üzerindeki koalalar, rüzgar hızı arttıkça yalnızca orta-sırt bölgelerini rüzgara karşı verirler. Gittikçe daha fazla büzülerek yuvarlak bir top halini alırlar. Rüzgarın hızı daha da arttığında, kulaklarını da öne doğru kıvırırlar. Bu şekilde hava akımına açık hiçbir yerleri kalmaz. Koalanın sırt kürkü en yüksek yalıtım değerine sahiptir. Öyle ki bu değer, Kuzey kutbunda yaşayan hayvanlarda tespit edilen değerlere oldukça yakındır.
Rüzgarın, bu yoğun ve şilte benzeri sırt kürkü üzerinde etkisi azdır. Rüzgar yüksek hızla estiği zamanlarda kürk, vücut ısısının değişmeden korunmasını sağlayabilir. Soğuk günlerde ve şiddetli rüzgarlarda bile kürkün ısıyı koruma kapasitesindeki düşüş %14 gibi az bir miktardır. Bu veriler, kürkün çok daha yüksek rüzgar hızlarında bile ormanda ağaç tepelerinde yaşayan bir hayvan için ısı açısından mükemmel bir koruma sağlayacağını göstermektedir.
Koalanın metabolizma hızı da kürkünün ısı düzenleme etkisini tamamlayacak şekilde ayarlanmıştır. Koalanın metabolizması oldukça yavaş çalışır. Diğer keseli hayvanların metabolizma hızının %74'ü kadardır. Bu düşük hızdaki metabolizma da, hayvanın su kaybının düşük olduğunu ortaya koyan göstergelerden biridir.
Koala Evrimciler İçin Büyük Bir Çıkmazdır...
Koalanın sahip olduğu özellikleri hatırlayalım:
•Koalalar ağaçlara tırmanmalarını ve burada rahatlıkla yaşamalarını sağlayacak bir vücut yapısına sahiptirler.
•Sindirim sistemlerindeki özel yapı sayesinde, bu ağaçlarda bolca buldukları okaliptüs yapraklarından yeterince besin ve su temin edebilirler.
•Okaliptüs yağlarının zehirleyici etkilerini yok eden özel bir fizyolojik sisteme de sahiptirler.
Yapraklardan aldıkları sudan maksimum istifade etmelerini sağlayacak bir bünyeye de sahiptirler.
Tüm bunlar, koala gibi bir canlının ağaçlar üzerinde yaşaması için gerekli olan şartlardır. Koala için bu kadar önemli olan bu özellikler evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfen ortaya çıkmış olabilir mi?
Bu soruya önyargısız ve objektif düşünen her akıl sahibi insan tek bir cevap verecektir. Elbette ki hayır. Koalayı kusursuz özellikleriyle birlikte yaratan üstün güç sahibi Yüce Allah'tır.
BÖCEKLERDEKİ ÜSTÜN UÇUŞ SİSTEMELERİ
Bir böcek saniyede 1000 kez kanat çırpmayı nasıl başarır?
Kendi boyundan yüzlerce kat yükseğe nasıl zıplayabilir?
Aşağı yukarı hareket eden kanatlarla ileri doğru nasıl uçabilir?
Canlılarda tecelli eden pek çok özellik, günümüzde Allah'ın insanlığın emrine vermiş olduğu bilgi ve teknolojiler ile araştırılmasına rağmen, halen daha sahip olduğu mucizevi yönlerini korumaktadır. Allah'ın yarattığı herşeyde olduğu gibi sineğin bedeninde de inançlı bir insanın Allah'a olan derin saygısını ve bağlılığını bir kere daha tefekkür edebileceği üstün bir ilim vardır. Bilim adamlarının sineklerin ve küçük böceklerin uçuş sistemleri üzerine yaptıkları araştırmaların bir kısmı aşağıda maddelenmiştir. Ve bunlardan çıkan sonuç şudur ki, Yüce Allah'ın dışında hiçbir varlık veya güç, bir sinek dahi yaratamaz.
Yusufçuk, çekirge, kelebek ve sinek gibi birçok böceğin uçmasına yardımcı olan kaslar, yapılan her hareketi denetim altında tutan sinirlerin gönderdiği uyarıcı sinyaller sonucunda kuvvetle büzülür. Nitekim bir çekirgede, her sinirin gönderdiği sinyal, uçuşu sağlayacak kasın büzülmesine neden olur. "Kaldırıcılar ve indiriciler" olarak adlandırılan iki takım karşıt kas grubu, birbirlerine karşıt yönlerde çalışarak, kanatların yukarı ve aşağı hareket etmesini sağlar. Çekirgelerin kanatlarını saniyede 12-15 kez çırpmalarının yanısıra, küçük böcekler ise uçabilmek için, daha sık kanat çırpmak zorundadırlar. Örneğin balarıları, eşek arıları ve sinekler saniyede 200-400 kez kanat çırparken, bu sayı tatarcıklarda ve boyu ancak 1 mm.'yi bulan parazitlerde 1000'e çıkmaktadır. İnsan gözünün dahi algılayamayacağı bir hızla hareket ettirilen kanatlar, böylesine bir performansa sahip olabilmek için, özel bir yapıya sahip olarak yaratılmışlardır.
Bir sinir, saniyede en fazla 200 sinyal gönderebilme kapasitesine sahiptir. Öyleyse küçük bir böcek, saniyede 1000 kanat çırpışını nasıl yapabilmektedir? Yapılan araştırmalarla bu böceklerde, sinirlerden gelen sinyaller ile kanat çırpma sayısı arasında birebir bir ilişki olmadığı saptanmıştır. Saniyede 200 kez kanat çırpan kara sinekler, çekirgelerden çok daha farklı bir sinir ve kas yapısına sahiptirler. Her 10 kanat çırpışı için sinirden sadece "1" sinyal gelmektedir. Ayrıca "lifli kaslar" olarak adlandırılan bu kaslar, bir çekirgede bulunan kaslardan daha farklı çalışmaktadır. Uyarıcı sinir sinyalleri, kasların yalnızca uçuşa hazırlanmasını düzenlemekte, kaslar belli bir gerilime ulaştıklarında ise, kendi kendilerine büzülmektedir. Her böceğin vücudunda ayrı ayrı yaratılan bu özel sistemlerde, en küçük bir düzensizlik yoktur. Sinirler, hiçbir zaman yanlış sinyaller göndermemekte ve böceğin kasları da aldığı bu sinyalleri isabetle değerlendirmektedir.
Sinekler ve arılar gibi bazı böcek türlerinde, uçuşu sağlayan kaslar, kanat tabanlarına bile bağlı değildir. Kanatlar göğse bir tür menteşe görevi gören eklemler ile bağlanmakta, kanatları yukarı hareket ettiren kaslar da, göğsün alt ve üst yüzeylerine bağlı bulunmaktadır. Bu kaslar büzüldüğünde, göğüs yüzeyi düzleşerek kanat tabanını aşağıya çekmekte, öte yandan göğsün yan yüzeyi de bir destek işlevi görerek kanatların yükselmesini sağlamaktadır. Aşağıya doğru hareketi sağlayan kaslar doğrudan kanatlara bağlı bulunmamakta, göğüs boyunca uzunlamasına çalışmaktadır. Bu kaslar büzüldüğünde de, göğüs ters yönde gerilemekte, böylece kanatlar aşağıya çekilmektedir.
Kanat eklemi, mükemmel bir esneme özelliğine sahip olan "resilin" adlı özel bir proteinden oluşur. Hem doğal, hem de suni kauçuktan çok daha üstün özellikleri bulunan bu madde, laboratuvarlarda kimya mühendislerince üretilmeye çalışılmaktadır. Resilin, esneme ve bükülme yoluyla üzerine tüm enerjiyi depolayabilen, bununla birlikte üzerine etki eden kuvvet kaldırıldığında, bu enerjiyi tümüyle geri verebilen bir maddedir. Bu açıdan bakıldığında resilinin verimi, %96 gibi çok yüksek bir değere ulaşmaktadır. Kanadın yukarı kaldırılması sırasında, harcanan enerjinin yaklaşık %85'i depolanmakta; uçuş sonrasındaki kaldırma ve itme gücünü sağlayan aşağı kanat hareketinde ise, bu enerji yeniden kullanılmaktadır. Göğüs duvarları ve kaslar da, bu enerji birikimine imkan tanıyacak özel bir yapıda yaratılmışlardır. Ancak asıl enerji, resilinden yapılmış olan eklemlerde depolanmaktadır. Bir böceğin kendi fiziksel çabalarıyla, uçabilmek için vücudunu böylesine olağanüstü bir mekanizma ile donatabilmesi elbette ki imkansızdır. Bu özel madde, Allah'ın sonsuz aklı ve kudreti ile böceklerin bedenlerinde var edilmektedir.
Düzgün bir uçuş sağlamak için, kanatların yalnızca yukarı ve aşağı doğru yapılan hareketi yeterli değildir. Kanatların ayrıca kaldırma ve itme gücü sağlayabilmeleri için, her kanat vuruşu sırasında hareket açılarını da değiştirmeleri gereklidir. Böcek türlerine bağlı olarak kanatların belli bir dönme esnekliği vardır. Bu esnekliği de, uçuş için gerekli enerjiyi üreten "dolaysız uçuş kasları" sağlamaktadır. Nitekim böcekler, havada daha fazla yükselmek istediklerinde, kanat eklemlerinin arasında yer alan bu kaslar daha da büzülerek, kanat açısını artırmaktadır. Yüksek hızlı fotoğraf tekniği kullanılarak yapılan araştırmalarda, kanatların uçuş sırasında eliptik bir yörünge izlediği ve kanat açısının, her kanat devri içinde sistematik bir şekilde değiştiği gözlenmiştir. Öyle ki bu değişkenliğe, dolaysız kasların değişen hareketleri ve kanatların gövdeye olan bağlantısı neden olmaktadır.
Tüm bunların yanısıra, çok küçük gövdeli böcek türlerinin uçuş esnasında karşılaştıkları en büyük sorun ise, havanın akışkanlığı sonucu ortaya çıkan direncin, bu böcekler üzerinde hiç de azımsanmayacak boyutlara ulaşmasıdır. Ayrıca kanat çevresinde bulunan sınırlayıcı bir tabaka, havanın kanatlara yapışmasına ve kanat veriminin düşmesine neden olmaktadır. Bu nedenle "Forcipomya" gibi kanat genişliği 1mm'yi geçmeyen sineklerin hava direncini yenebilmeleri için, kanatlarını saniyede 1000 kez çırpmaları gerekmektedir. Buna karşın bilim adamları, kuramsal olarak bu hızın bile, böceğin havalanmasına yeterli olamayacağını ve böceklerin başka bir sistemden daha yararlandıklarını düşünmektedirler.
Nitekim bir tür parazit olan "Enersia" gibi küçük böcekler, "çırpma ve silkme" olarak adlandırılan bir yöntemi uygularlar. Bu yöntemde kanatlar en üst noktaya eriştiğinde birbirine çarpmakta ve sonra da açılmaktadır. Açılırken kanatların sert bir damar taşıyan ön hava akımı da, önce kanatların çevresinde bir girdap oluşturmakta ve kanat çırpışlarının kaldırma kuvvetine yardımda bulunmaktadır.
Çekirge de dahil olmak üzere birçok böcek, uçuş esnasında yönlerini ve gidecekleri yerleri saptamak için, ufuk çizgisi gibi görsel verilerden yararlanır. Sinekler konum saptamak için buna ek olarak daha olağanüstü bir yapıya sahip olarak yaratılmışlardır. Bu böceklerin yalnızca bir çift kanadı vardır.
Arka tarafta ise, "halter" adında, topuz biçiminde bir kanat bulunur. Hiçbir kaldırma kuvveti oluşturmamasına karşın, bunlar ön kanatlarla birlikte titreşirler. Uçuş yönü değiştiğinde ise bu uzantılar, böceğin uçuş yönünden sapmasını önlemektedir.
Burada verilen tüm bilgiler, sadece üç-dört böcek türünün uçuş yöntemi üzerinde yapılan çalışmalar sonucu elde edilen bulgulardır. Dünya üzerindeki böcek türlerinin toplam 10 milyon civarında olduğu düşünüldüğünde, geriye kalan milyonlarca türdeki böcek, içlerinde barındırdıkları daha milyarlarca özellik ile, insanın Allah'ın sonsuz kudretine olan hayranlığının artmasına vesile olmaktadır.
Pire Geninden Damar Rahatsızlıklarına Çözüm
Meyve sineğinden resilin genini ayrıştırmayı başaran bilim adamları, bu geni koli basili hücrelerinin yardımı ile çoğaltarak, resilin proteini üretmeyi başardılar.
Avustralya Uluslar Topluluğu Bilim ve Fen Araştırma Örgütü tarafından yapılan araştırma kapsamında, ''resilin'' proteini üreten böcek genini ayırmayı başaran araştırmacılar, muhtemelen damar hastalıklarının tedavisinde kullanılabilecek çok güçlü bir polimer elde etmeyi başardılar.
1960’lı yıllarda başlayan ve çöl çekirgesi ile yusufçuk böcekleri üzerinde sürdürülen çalışmaların sonucu bilime bu önemli adımı attıran en önemli etken oldu. Özellikle pirelere olağanüstü bir sıçrama kabiliyeti sağlayan resilin, böceklere de şaşırtıcı bir hareket kabiliyeti kazandırıyor. Bu gen sayesinde böcekler kendi boylarından yüzlerce kat yükseğe zıplayabiliyor ve saniyede 200 kez kanat çırpabiliyorlar.
Resilinden elde edilen protein, baskılara dayanıklılığı ve eski şeklini geri alabilmesi bakımından çok kaliteli lastik ürünlerinden daha iyi. Yapay resilin proteini için sürdürülen deneyler de, proteinin bu özelliklerini korumayı başardığını gösteriyor.
Böcek genlerinden elde edilen bu polimerin tıptan sanayiye kadar çok farklı alanlarda kullanılabileceği belirtiliyor. Ancak bu kullanım alanları içinde en mühimi, insanların hastalıklı atardamarlarının tedavisi olacak. Resilinin insan damarlarındaki elastin proteinine benzediğine dikkat çeken bilim adamları, çalışmalarının damarlara esneklik kazandırmaya yarayabileceğini umuyorlar.
İngiliz profesör Roger Greenhalgh, resilin araştırmasının henüz ilk aşamasında olduğuna dikkat çekerek, "İleriki yıllarda böceklerden elde edilen bazı özellikleri insanlara nakletmeyi başarırsak bu gerçekten büyük bir gelişme olacak'' diyor.
Kendi boyundan yüzlerce kat yükseğe nasıl zıplayabilir?
Aşağı yukarı hareket eden kanatlarla ileri doğru nasıl uçabilir?
Canlılarda tecelli eden pek çok özellik, günümüzde Allah'ın insanlığın emrine vermiş olduğu bilgi ve teknolojiler ile araştırılmasına rağmen, halen daha sahip olduğu mucizevi yönlerini korumaktadır. Allah'ın yarattığı herşeyde olduğu gibi sineğin bedeninde de inançlı bir insanın Allah'a olan derin saygısını ve bağlılığını bir kere daha tefekkür edebileceği üstün bir ilim vardır. Bilim adamlarının sineklerin ve küçük böceklerin uçuş sistemleri üzerine yaptıkları araştırmaların bir kısmı aşağıda maddelenmiştir. Ve bunlardan çıkan sonuç şudur ki, Yüce Allah'ın dışında hiçbir varlık veya güç, bir sinek dahi yaratamaz.
Yusufçuk, çekirge, kelebek ve sinek gibi birçok böceğin uçmasına yardımcı olan kaslar, yapılan her hareketi denetim altında tutan sinirlerin gönderdiği uyarıcı sinyaller sonucunda kuvvetle büzülür. Nitekim bir çekirgede, her sinirin gönderdiği sinyal, uçuşu sağlayacak kasın büzülmesine neden olur. "Kaldırıcılar ve indiriciler" olarak adlandırılan iki takım karşıt kas grubu, birbirlerine karşıt yönlerde çalışarak, kanatların yukarı ve aşağı hareket etmesini sağlar. Çekirgelerin kanatlarını saniyede 12-15 kez çırpmalarının yanısıra, küçük böcekler ise uçabilmek için, daha sık kanat çırpmak zorundadırlar. Örneğin balarıları, eşek arıları ve sinekler saniyede 200-400 kez kanat çırparken, bu sayı tatarcıklarda ve boyu ancak 1 mm.'yi bulan parazitlerde 1000'e çıkmaktadır. İnsan gözünün dahi algılayamayacağı bir hızla hareket ettirilen kanatlar, böylesine bir performansa sahip olabilmek için, özel bir yapıya sahip olarak yaratılmışlardır.
Bir sinir, saniyede en fazla 200 sinyal gönderebilme kapasitesine sahiptir. Öyleyse küçük bir böcek, saniyede 1000 kanat çırpışını nasıl yapabilmektedir? Yapılan araştırmalarla bu böceklerde, sinirlerden gelen sinyaller ile kanat çırpma sayısı arasında birebir bir ilişki olmadığı saptanmıştır. Saniyede 200 kez kanat çırpan kara sinekler, çekirgelerden çok daha farklı bir sinir ve kas yapısına sahiptirler. Her 10 kanat çırpışı için sinirden sadece "1" sinyal gelmektedir. Ayrıca "lifli kaslar" olarak adlandırılan bu kaslar, bir çekirgede bulunan kaslardan daha farklı çalışmaktadır. Uyarıcı sinir sinyalleri, kasların yalnızca uçuşa hazırlanmasını düzenlemekte, kaslar belli bir gerilime ulaştıklarında ise, kendi kendilerine büzülmektedir. Her böceğin vücudunda ayrı ayrı yaratılan bu özel sistemlerde, en küçük bir düzensizlik yoktur. Sinirler, hiçbir zaman yanlış sinyaller göndermemekte ve böceğin kasları da aldığı bu sinyalleri isabetle değerlendirmektedir.
Sinekler ve arılar gibi bazı böcek türlerinde, uçuşu sağlayan kaslar, kanat tabanlarına bile bağlı değildir. Kanatlar göğse bir tür menteşe görevi gören eklemler ile bağlanmakta, kanatları yukarı hareket ettiren kaslar da, göğsün alt ve üst yüzeylerine bağlı bulunmaktadır. Bu kaslar büzüldüğünde, göğüs yüzeyi düzleşerek kanat tabanını aşağıya çekmekte, öte yandan göğsün yan yüzeyi de bir destek işlevi görerek kanatların yükselmesini sağlamaktadır. Aşağıya doğru hareketi sağlayan kaslar doğrudan kanatlara bağlı bulunmamakta, göğüs boyunca uzunlamasına çalışmaktadır. Bu kaslar büzüldüğünde de, göğüs ters yönde gerilemekte, böylece kanatlar aşağıya çekilmektedir.
Kanat eklemi, mükemmel bir esneme özelliğine sahip olan "resilin" adlı özel bir proteinden oluşur. Hem doğal, hem de suni kauçuktan çok daha üstün özellikleri bulunan bu madde, laboratuvarlarda kimya mühendislerince üretilmeye çalışılmaktadır. Resilin, esneme ve bükülme yoluyla üzerine tüm enerjiyi depolayabilen, bununla birlikte üzerine etki eden kuvvet kaldırıldığında, bu enerjiyi tümüyle geri verebilen bir maddedir. Bu açıdan bakıldığında resilinin verimi, %96 gibi çok yüksek bir değere ulaşmaktadır. Kanadın yukarı kaldırılması sırasında, harcanan enerjinin yaklaşık %85'i depolanmakta; uçuş sonrasındaki kaldırma ve itme gücünü sağlayan aşağı kanat hareketinde ise, bu enerji yeniden kullanılmaktadır. Göğüs duvarları ve kaslar da, bu enerji birikimine imkan tanıyacak özel bir yapıda yaratılmışlardır. Ancak asıl enerji, resilinden yapılmış olan eklemlerde depolanmaktadır. Bir böceğin kendi fiziksel çabalarıyla, uçabilmek için vücudunu böylesine olağanüstü bir mekanizma ile donatabilmesi elbette ki imkansızdır. Bu özel madde, Allah'ın sonsuz aklı ve kudreti ile böceklerin bedenlerinde var edilmektedir.
Düzgün bir uçuş sağlamak için, kanatların yalnızca yukarı ve aşağı doğru yapılan hareketi yeterli değildir. Kanatların ayrıca kaldırma ve itme gücü sağlayabilmeleri için, her kanat vuruşu sırasında hareket açılarını da değiştirmeleri gereklidir. Böcek türlerine bağlı olarak kanatların belli bir dönme esnekliği vardır. Bu esnekliği de, uçuş için gerekli enerjiyi üreten "dolaysız uçuş kasları" sağlamaktadır. Nitekim böcekler, havada daha fazla yükselmek istediklerinde, kanat eklemlerinin arasında yer alan bu kaslar daha da büzülerek, kanat açısını artırmaktadır. Yüksek hızlı fotoğraf tekniği kullanılarak yapılan araştırmalarda, kanatların uçuş sırasında eliptik bir yörünge izlediği ve kanat açısının, her kanat devri içinde sistematik bir şekilde değiştiği gözlenmiştir. Öyle ki bu değişkenliğe, dolaysız kasların değişen hareketleri ve kanatların gövdeye olan bağlantısı neden olmaktadır.
Tüm bunların yanısıra, çok küçük gövdeli böcek türlerinin uçuş esnasında karşılaştıkları en büyük sorun ise, havanın akışkanlığı sonucu ortaya çıkan direncin, bu böcekler üzerinde hiç de azımsanmayacak boyutlara ulaşmasıdır. Ayrıca kanat çevresinde bulunan sınırlayıcı bir tabaka, havanın kanatlara yapışmasına ve kanat veriminin düşmesine neden olmaktadır. Bu nedenle "Forcipomya" gibi kanat genişliği 1mm'yi geçmeyen sineklerin hava direncini yenebilmeleri için, kanatlarını saniyede 1000 kez çırpmaları gerekmektedir. Buna karşın bilim adamları, kuramsal olarak bu hızın bile, böceğin havalanmasına yeterli olamayacağını ve böceklerin başka bir sistemden daha yararlandıklarını düşünmektedirler.
Nitekim bir tür parazit olan "Enersia" gibi küçük böcekler, "çırpma ve silkme" olarak adlandırılan bir yöntemi uygularlar. Bu yöntemde kanatlar en üst noktaya eriştiğinde birbirine çarpmakta ve sonra da açılmaktadır. Açılırken kanatların sert bir damar taşıyan ön hava akımı da, önce kanatların çevresinde bir girdap oluşturmakta ve kanat çırpışlarının kaldırma kuvvetine yardımda bulunmaktadır.
Çekirge de dahil olmak üzere birçok böcek, uçuş esnasında yönlerini ve gidecekleri yerleri saptamak için, ufuk çizgisi gibi görsel verilerden yararlanır. Sinekler konum saptamak için buna ek olarak daha olağanüstü bir yapıya sahip olarak yaratılmışlardır. Bu böceklerin yalnızca bir çift kanadı vardır.
Arka tarafta ise, "halter" adında, topuz biçiminde bir kanat bulunur. Hiçbir kaldırma kuvveti oluşturmamasına karşın, bunlar ön kanatlarla birlikte titreşirler. Uçuş yönü değiştiğinde ise bu uzantılar, böceğin uçuş yönünden sapmasını önlemektedir.
Burada verilen tüm bilgiler, sadece üç-dört böcek türünün uçuş yöntemi üzerinde yapılan çalışmalar sonucu elde edilen bulgulardır. Dünya üzerindeki böcek türlerinin toplam 10 milyon civarında olduğu düşünüldüğünde, geriye kalan milyonlarca türdeki böcek, içlerinde barındırdıkları daha milyarlarca özellik ile, insanın Allah'ın sonsuz kudretine olan hayranlığının artmasına vesile olmaktadır.
Pire Geninden Damar Rahatsızlıklarına Çözüm
Meyve sineğinden resilin genini ayrıştırmayı başaran bilim adamları, bu geni koli basili hücrelerinin yardımı ile çoğaltarak, resilin proteini üretmeyi başardılar.
Avustralya Uluslar Topluluğu Bilim ve Fen Araştırma Örgütü tarafından yapılan araştırma kapsamında, ''resilin'' proteini üreten böcek genini ayırmayı başaran araştırmacılar, muhtemelen damar hastalıklarının tedavisinde kullanılabilecek çok güçlü bir polimer elde etmeyi başardılar.
1960’lı yıllarda başlayan ve çöl çekirgesi ile yusufçuk böcekleri üzerinde sürdürülen çalışmaların sonucu bilime bu önemli adımı attıran en önemli etken oldu. Özellikle pirelere olağanüstü bir sıçrama kabiliyeti sağlayan resilin, böceklere de şaşırtıcı bir hareket kabiliyeti kazandırıyor. Bu gen sayesinde böcekler kendi boylarından yüzlerce kat yükseğe zıplayabiliyor ve saniyede 200 kez kanat çırpabiliyorlar.
Resilinden elde edilen protein, baskılara dayanıklılığı ve eski şeklini geri alabilmesi bakımından çok kaliteli lastik ürünlerinden daha iyi. Yapay resilin proteini için sürdürülen deneyler de, proteinin bu özelliklerini korumayı başardığını gösteriyor.
Böcek genlerinden elde edilen bu polimerin tıptan sanayiye kadar çok farklı alanlarda kullanılabileceği belirtiliyor. Ancak bu kullanım alanları içinde en mühimi, insanların hastalıklı atardamarlarının tedavisi olacak. Resilinin insan damarlarındaki elastin proteinine benzediğine dikkat çeken bilim adamları, çalışmalarının damarlara esneklik kazandırmaya yarayabileceğini umuyorlar.
İngiliz profesör Roger Greenhalgh, resilin araştırmasının henüz ilk aşamasında olduğuna dikkat çekerek, "İleriki yıllarda böceklerden elde edilen bazı özellikleri insanlara nakletmeyi başarırsak bu gerçekten büyük bir gelişme olacak'' diyor.
GÜNEŞİN YOK OLMASINI ENGELLEYEN MUCİZE
Dev bir nükleer reaktör olan Güneş'in içindeki reaksiyonlarda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. İnsan hayatının devamı için temel kaynak olan Güneş'te meydana gelen bu reaksiyonlarda oluşabilecek en ufak bir sapma Güneş'in sönmesine ya da birkaç saniye içinde havaya uçmasına neden olacaktır. Böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi Güneş'teki bu işlemlerin mucizevi bir hassasiyetle tasarlanmış olmasından kaynaklanmaktadır.
Güneş'i ve Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengede saklıdır. Güneş büyük çekim gücü ile tüm gezegenleri çeker, gezegenlerin dönmesinden kaynaklanan merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimin etkisi azalır ve muhteşem bir denge oluşur. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Ama bunların hiçbiri olmaz ve tüm gezegenler kendi yörüngelerinde yol alırlar.
Güneş, dev bir nükleer reaktördür. Güneş'in içinde sürekli olarak hidrojen atomları helyuma dönüştürülür ve bu işlemler neticesinde ısı ve ışık açığa çıkar. Güneş'teki bu nükleer reaksiyon, insan hayatı için zorunludur. Dünya'ya ulaşan ısı ve ışığın açığa çıkması içinse dört hidrojenin birleşip bir hidrojene dönüşmesi gerekir.
Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Helyumun çekirdeğinde ise iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş'te gerçekleşen işlem, dört hidrojenin birleşmesiyle bir helyum elementinin oluşmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı)
Ancak, dört hidrojen atomunun biraraya gelip bir anda helyuma dönüşmesi mümkün değildir. Bunun için, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce iki hidrojen birleşir ve bir proton ve bir nötrona sahip bir "ara formül" meydana gelir. Bu ara formüle "dötron" adı verilir. Sonra da iki dötronun birleşmesiyle bir helyum çekirdeği oluşur.
En Güçlü Nükleer Kuvvet
Şimdi asıl soruyu sorabiliriz. Peki, iki ayrı atom çekirdeğini birbirine yapıştıran kuvvet nedir? Bu kuvvete "güçlü nükleer kuvvet" denir. Güçlü nükleer kuvvet, evrendeki en büyük nükleer kuvvettir. Bu kuvvet yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha güçlüdür. Bu güç sayesinde iki hidrojen çekirdeği birbirine yapışabilmektedir.
Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet, bu işi yapmak için tam gereken miktardadır. Güçlü nükleer kuvvet eğer şu anda sahip olduğu değerinden biraz bile daha zayıf olsaydı, iki hidrojen çekirdeği birleşemezdi. Yan yana gelen iki proton, hemen birbirlerini iter, böylece Güneş'teki nükleer reaksiyon başlamadan biterdi. Yani Güneş hiç var olmazdı. Ünlü bilimadamı George Greenstein, bu gerçeği "eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman Dünya'nın ışığı hiçbir zaman yanmayacaktı" diye açıklar.
Güneş'teki Dengeli Reaksiyon
Peki acaba güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olurdu? O zaman da bir proton ve bir nötrondan oluşan dötron değil, iki protonlu di-proton meydana gelirdi. Ve bu durumda Güneş'in yakıtı aniden çok çok etkili bir yakıt haline gelirdi. Bu öyle bir yakıt olurdu ki, Güneş ve ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçardı. Güneş'in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya'yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğar birkaç saniye içinde kömür haline gelirdi. Ama yüce Yaratıcımız olan Allah'ın rahmeti sayesinde güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gereken düzeydedir ve Güneş dengeli bir reaksiyon gerçekleştirir yani "yavaş yavaş" yanar.
Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir sapma olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı. Allah, Güneş'i insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır.
OKYANUSUN DERİNLİKLERİNDE NELER OLUYOR?
Bilim adamlarının okyanusların binlerce metre derinliğinde yaşayan bir yengeç türü üzerinde yaptıkları araştırma, çok özel bir sistemin varlığını gün ışığına çıkardı.
Bizler yeryüzünü milyonlarca canlı türüyle birlikte paylaşıyoruz. Bunlardan çoğu bizlerden çok ama çok uzaklarda yaşıyorlar.
Bu canlıları araştıran bilim adamları bizlere onlar hakkında müthiş bilgiler aktarıyorlar. Böylece ulaşma imkanımız olmayan yerlere bile gitmiş ve oralardaki canlıları kendimiz görmüş gibi oluyoruz.
Sadece özel denizaltılarla ulaşılabilen derinliklerde yaşayan canlıları araştıran bilim adamları, deniz seviyesinden tam 2500 metre aşağıda yaşayan bir yengeç türünün mükemmel göz tasarımını gün ışığına çıkardılar. Bilimsel adı Bythograea thermydron olan baca yengeçlerinin gözleri, hayatları boyunca değişken bir özellik gösteriyorlar.
Bir baca yengeci hayatına başladığı larva dönemindeyken okyanusun orta derinliklerinde yaşam sürer. Yaklaşık 1000 metre derinliğindeki bu alanları büyüdükçe terk eder ve daha derinlere doğru gitmeye başlar. Yengeç, erişkin döneme ulaştığında ortalama 1500 metre alçalmış olarak yaklaşık 2500 metre derinlikteki okyanus tabanına yerleşir.
Bu kadar derin sularda ortaya çıkan yüksek basınçlara, ancak bedenindeki özel tasarım sayesinde dayanabilen yengeç, deniz seviyesinden tam 250 kat daha fazla basınçta rahatlıkla yaşayabilir.
Pennsylvania'nın Lancaster kentindeki Franklin & Marshall Üniversitesi nörologlarından Robert Jinks ve ekibi, Pasifik Okyanusu'nun 2500 metre derinliğinde yeni yumurtlamış bir yengecin yumurtalarını karanlık bir laboratuvar ortamında büyüttüler. Bu süre boyunca gelişen larvaların gözlerinin gelişimini izlediler. Larva döneminde bileşik göz yapısına sahip olan yengeçlerin, erişkin hale geldikçe bambaşka bir göz yapısına, yalın retinal göz yapısına kavuştuklarını gördüler.
Yapılan araştırmaya göre, okyanusun orta derinliklerinde planktonla birlikte yüzen larvalar, bu derinliklere az da olsa ulaşabilen ışığı algılamalarını sağlayan ve sineklerdekine benzeyen bileşik göz yapısına sahipler. Bu gözler odaklama yapabiliyor ve yengeçler etraflarındaki diğer canlıları rahatlıkla algılayabiliyorlar. Larva döneminden çıktıkça ağırlaşan yengeçler derinlere batmaya başlıyor. Yengeçlerin gözleri, bu defa değişen ortamla birlikte, ışık saçan canlıların yaydığı mavi-yeşil ışığa duyarlı hale geliyor. Yengeç erişkin hale geldiğinde ise çok daha şaşırtıcı bir dönüşüm yaşanıyor. Gözler tamamen model değiştiriyor ve gözleri iri, yalın bir retina haline dönüşüyor. Bu retinada lens bulunmuyor ve dolayısıyla görüntü oluşturmuyor. Işığa çok daha duyarlı olan bu gözler, zifiri karanlıkta sadece hidrotermal bacaların yaydığı zayıf ışıkları kolaylıkla algılayabiliyor. Böylece etrafa 350 derecelik bir ısı yayan ve yaklaşan herşeyi pişiren hidrotermal bacaları da uzaklardan algılayabiliyorlar.
Burada gerçekleşen dönüşüm tam anlamıyla bir mucize oluşturuyor. Çünkü gerek bileşik göz, gerekse yalın retina yapısındaki göz, birbirlerinden tamamen farklı tasarımlara sahipler. Bu kadar farklı iki tasarımın kusursuz olarak birbirini izlemesi, göz hücreleri tarafından yürütülen birçok hassas adıma dayalı, eksiksiz bir planın varlığını gerektiriyor. Dahası, bu karmaşık plana ait tüm bilgiler yengecin DNA'sında kendisi döllenmiş bir yumurta halindeyken dahi eksiksiz olarak bulunuyor. Bu bilgilerde gözün hangi tarafında hangi tür yapı moleküllerinin üretilip yerleştirileceği bellidir. Göz dönüşümüyle ilgili bilgiler, bu bilgi bankasından kusursuz bir zamanlama ve titizlikle ayrıştırılarak dönüşüm planı başarıyla uygulanır.
Peki ama yengeçteki bu üstün tasarım nasıl ortaya çıkmıştır? Yengecin hiçbir düşünme yeteneği olmayan hücreleri ortak bir emre uyarlar. Elbette her kompleks tasarımın tasarımcısı olduğu gibi yengecin de bir tasarımcısı vardır. Yüce Allah yengeci, sahip olduğu kusursuz organ ve sistemlerle birlikte yoktan var edendir. Basınca dayanıklı yapısı, foton dedektörü gözleri, özel kıskaçları ve okyanus tabanında kolaylıkla ilerlemesini sağlayan ayaklarıyla yengeç, Allah'ın yaratılış delillerinden sadece bir tanesidir. Allah'ın yarattığı canlılarda bizim için ibretler vardır.
Hidrotermal Bacalar
Yengecin yaşadığı hidrotermal bacaların keşfi 1970'li yılların sonlarına uzanır. O dönemde keşfi bilim dünyasında büyük yankı uyandırmış olan bacalar, okyanus tabanlarındaki uzun yarıklar boyunca uzanırlar. Bu yarıklarda bulunan ve erimiş halde bulunan kayalar suyu ısıtır ve içlerindeki mineralleri ısınan suyla birlikte fışkırtırlar. Fışkıran mineraller çökelir ve zamanla birikerek bacaları oluştururlar. Bacalar civarında sıcaklık tam 400 dereceyi bulmaktadır. Normalde 100 derecede kaynayan su, derinliğin sebep olduğu basınç yüzünden bu kadar yüksek sıcaklıkta bile kaynamaz. Bu derinliklerde yengeçler, bakteriler, boyları 3 metreyi bulan dev solucanlar ve önceden hiç rastlanmayan derin su balıkları yaşamaktadır. Buradaki hayat türüyle ilgili bilinmesi gereken önemli bir özellik vardır. Burada hayat fotosenteze değil kemosenteze dayalıdır. Fotosentez güneş ışığına dayanan bir reaksiyondur. Oysa bu kadar derinlere güneş ışığının erişmesi imkansızdır. Beslenme zincirinin en altında bakteriler bulunur. Bunlar bacalardan sıcak suyla fışkıran sülfür elementiyle beslenirler. Kemosentez, bakterilere enerji sağlayan ve kimyasallara dayanan reaksiyonun adıdır. Diğer canlılar da bu bakterileri yiyerek enerji elde ederler.
İLERİ TEKNOLOJİ SAVUNMA TEKNİKLERİ KULLANAN TAVUS KELEBEĞİ
Tavus kelebeğinin en dikkat çekici özelliklerinden biri kanatlarının üzerinde aniden beliren gözlerdir. Peki bu gözler neden birdenbire ortaya çıkarlar. Bunu anlamak için kelebeğin bulunduğu çevreye şöyle bir göz atmak yeterlidir. Kelebeğin kanadında aniden beliren sahte gözler etrafta bir avcı kuşun olduğuna işarettir. Tehlikenin farkında olan tavus kelebeği düşmanını korkutup kaçırmak için bu sahte gözlere başvurmaktadır.
Bu çarpıcı savunma taktiğinin ne kadar etkili olduğu ölçmek için Stockholm Üniversitesi zooloğu Adrian Vallin ve ekibi tavus kelebekleri üzerinde bir çalışma yapmışlardır. Ekip, tavus kelebeklerinin kanatlarındaki sahte gözleri bir teknik uygulayarak koyulaştırıp, onları serbest bırakmıştır. Sonuçta sahte gözleri koyulaştırılan kelebeklerin 20'sinden 13'ünü kuşlar yemiş, kanatlarına müdahale edilmeyen 34 kelebekten ise sadece 1 tanesi avlanmıştır.
Bu çalışma kelebeklerin kendilerini savunmak için oldukça zekice planlanmış bir yöntem kullandıklarını göstermektedir. Açıktır ki kelebekler bu özellikle birlikte var olmak zorundadırlar, aksi takdirde türlerinin devamını sağlamaları mümkün olmayacaktır. Elbette burada akla pek çok soru gelmektedir. Kelebekler tehlikenin farkına nasıl varmışlardır? Sahte gözler kullanarak kuşları korkutabileceklerini, bunun etkili bir savunma tekniği olduğunu nasıl keşfetmişlerdir?
Bir kelebeğin düşmanlarını nasıl kaçıracağını kendiliğinden bilmesi, sonra buna göre yine kendi kendine bir taktik geliştirmesi ve bu taktiğe uygun vücut yapısını bedeninde oluşturması elbette ki mümkün değildir. Bu özellik kelebekle birlikte var olmak zorundadır, ayrıca kelebek bu özelliğini nasıl kullanacağını da bilmelidir.
Sonuç olarak ortada her vicdanlı insanın birleşeceği bir gerçek vardır; tavus kelebeği bu özelliklere sahip olarak bir anda yaratılmıştır. Düşmanlarına karşı uyguladığı bu ileri teknikteki savunmayı da Allah'ın ilhamıyla yapmaktadır.
Bu çarpıcı savunma taktiğinin ne kadar etkili olduğu ölçmek için Stockholm Üniversitesi zooloğu Adrian Vallin ve ekibi tavus kelebekleri üzerinde bir çalışma yapmışlardır. Ekip, tavus kelebeklerinin kanatlarındaki sahte gözleri bir teknik uygulayarak koyulaştırıp, onları serbest bırakmıştır. Sonuçta sahte gözleri koyulaştırılan kelebeklerin 20'sinden 13'ünü kuşlar yemiş, kanatlarına müdahale edilmeyen 34 kelebekten ise sadece 1 tanesi avlanmıştır.
Bu çalışma kelebeklerin kendilerini savunmak için oldukça zekice planlanmış bir yöntem kullandıklarını göstermektedir. Açıktır ki kelebekler bu özellikle birlikte var olmak zorundadırlar, aksi takdirde türlerinin devamını sağlamaları mümkün olmayacaktır. Elbette burada akla pek çok soru gelmektedir. Kelebekler tehlikenin farkına nasıl varmışlardır? Sahte gözler kullanarak kuşları korkutabileceklerini, bunun etkili bir savunma tekniği olduğunu nasıl keşfetmişlerdir?
Bir kelebeğin düşmanlarını nasıl kaçıracağını kendiliğinden bilmesi, sonra buna göre yine kendi kendine bir taktik geliştirmesi ve bu taktiğe uygun vücut yapısını bedeninde oluşturması elbette ki mümkün değildir. Bu özellik kelebekle birlikte var olmak zorundadır, ayrıca kelebek bu özelliğini nasıl kullanacağını da bilmelidir.
Sonuç olarak ortada her vicdanlı insanın birleşeceği bir gerçek vardır; tavus kelebeği bu özelliklere sahip olarak bir anda yaratılmıştır. Düşmanlarına karşı uyguladığı bu ileri teknikteki savunmayı da Allah'ın ilhamıyla yapmaktadır.
KIŞ UYKUSUNDAKİ AYILAR TIP ALANINDA YENİ KEŞİFLERE ESİN KAYNAĞI
Kış uykusu denilince ilk akla gelen hayvanlar kuşkusuz “ayılar”dır. Günümüzde ayılar ve vücutlarının kış uykuları boyunca gösterdikleri özellikler bilme ışık tutuyor.
Son yıllarda bilim adamları, ayıların kış uykusu süresince nasıl sağlıklı kalabildiklerini araştırıyor ve ayıların fizyolojik özelliklerinden tıp alanında yararlanmanın yollarını arıyorlar. Michigan Teknoloji Üniversitesi’nde sürdürülmekte olan araştırmanın hedefi, ayıların kemik metabolizmasını inceleyerek, halk arasında kemik erimesi olarak bilinen osteoporoza çare bulmak.
Kemiklerimiz, yaşamımız boyunca sürekli yenileniyor. Ne var ki yaşlılık, hareketsizlik gibi nedenlerle kemik yıkımı artıyor, yenilenme azalırsa kemik dokusunda zayıflama meydana geliyor. Ancak Amerikan Kara Ayı, aylar süren kış uykusu boyunca hemen hemen hiç hareket etmediği halde, kemik yoğunluğunda önemli bir azalma olmuyor. Oysa benzer bir süreyi yatağa bağımlı şekilde geçirecek bir insanın kemiklerinin, kraker kıvamına geleceği ve kolayca kırılacağı öngörülüyor.
Michigan Teknoloji Üniversitesi’nden Seth Donahue’nun liderliğindeki araştırma ekibinin, 2003 yılında The Journal of Experimental Biology’de yayımlanan makalesine göre, ayının kış uykusu süresince kemik yıkımında artış oluyor, ama kemik üretimi sabit kalıyor. Hareketsiz kalan insanlarda da yıkım artıyor, ama üretim sabit kalmıyor, azalıyor. Hayvanın tekrar hareketlenmesiyle birlikte, üretim de en üst düzeye ulaşabiliyor, böylece kemikler hızlı bir biçimde eski durumuna geliyor. Buna karşın yaralanma, sakatlanma gibi nedenlerden dolayı uzun süre hareketsiz kalan ve hızlı bir biçimde kemik kaybına uğrayan bir insanın kemikleri, tam olarak eski durumuna dönmeyebiliyor.
Kalsiyum Döngüsü
Kara Ayı, kış uykusu süresince beslenmiyor. Peki kemik üretimi için gerekli olan kalsiyum nereden sağlanıyor? Donahue, kemik yıkımı sonucunda ortaya çıkan kalsiyumun geri dönüşüm yoluyla tekrar vücuda kazandırıldığını ve kemik yapımında kullanıldığını düşünüyor. Onu böyle düşünmeye iten neden, Kara Ayı’nın, kış uykusu süresince boşaltım fonksiyonlarını yerine getirmiyor olması. Seth Donahue, düşüncelerini şöyle ifade ediyor: “Bizi en çok ilgilendiren kısım, kalsiyum çevriminin nasıl yapıldığı. Bu büyük olasılıkla belirli hormonlar tarafından düzenleniyor”.
Osteoporoz kemik dokusunun zayıflamasıyla başlıyor, ileri aşamalarda kırıklara ve buna bağlı ölümlere yol açabiliyor. Yaşlanma osteoporozun ortaya çıkmasında önemli bir risk faktörü. Kemik dokusu yaşam boyu yenileniyor; ancak kemik üretimi 30-35 yaşına kadar üst düzeyde devam ediyor. 45 yaşından sonra kemik yıkımı da artmaya başlıyor. Bugün, dünyadaki birçok insan bu hastalığa maruz kalmış durumda. Kaynaklara göre, geçtiğimiz yıl içinde yalnızca Amerika’da osteoporoz kaynaklı 1,5 milyon kemik kırılması yaşandı. Dayanıklılık, gözeneklilik ve mineral yoğunluğu açısından ayı kemiklerini inceleyen bilim adamları oldukça şaşırtıcı bir sonuçla karşı karşıya kaldılar. Araştırma sonuçlarına göre yaşlılık ayının kemiklerini etkilemiyor. Üstelik ayı yaşlandıkça kemiklerinin dayanıklılığı ve mineral yoğunluğu önemli oranda artıyor!
Özellikle paratiroid bezinin salgılandığı parathormon üzerinde odaklanan araştırma ekibi, bu hormonun yapısının insan vücudunda bulunan parathormonun yapısından farklı olduğunu şaşkınlık içinde gözlemledi. Bilim adamlarının iki hormon arasındaki farklılığın nereden kaynaklandığını saptayabilmeleri ve ayı hormonunun işlevini taklit eden sentetik versiyonunu yapmaları durumunda, osteoporoz hastaları için yeni bir ilaç üretilmesi söz konusu.
Tüm bu çalışmalar, doktorların osteoporoz hastalarını tedavi etmekte kullandıkları yöntemleri değiştirebilir, yatağa bağımlı olanlarda ve yaşlılarda görülen kemik kayıplarının yanı sıra, uzun süre uzayda kalan astronotlarda ortaya çıkan kemik sorunlarını gidermede de etkili olabilir.
Formda Kalmanın Yolu
Birçok insan, düzenli egzersiz yaptığı zaman kendini formda hisseder. Oysa Kara Ayı, aylar süren kış uykusundan kalktığı zaman epey “formda” oluyor. 2001’de Nature dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, kış uykuları boyunca hemen hiç hareket etmeyen Kara Ayıların kas güçlerinde ve dokularında belirgin bir kayıp olmuyor.
Wyoming Üniversitesi’nden Henry Harlow ve araştırma ekibi, gözlemledikleri Kara Ayılar’ın kış uykuları sırasında kas güçlerinin yüzde 22’sini, proteinlerinin de yüzde 10-15’ini kaybettiklerini belirlediler. Aslında bu rakamlar oldukça şaşırtıcı; çünkü, benzer bir süreyi yatağında geçirecek bir insan, kas gücünün yüzde 85’ini ve proteinlerinin ise yüzde 90’ını kaybediyor! Daha önceki yıllarda fizyolog Edgar Folk, zehirli bir madde olan ve normalde vücuttan atılan ürenin, kış uykusundaki ayının boşaltım sisteminden geri emildiğini keşfetmişti. Üredeki azot tekrar vücuda kazandırılıyor ve protein yapımında kullanılıyordu. İnsanlardaysa böyle bir sistem bulunmamaktadır. İnsanın, kısa bir süre boşaltım sistemi çalışmasa bile, zehirli ürenin kanda birikmesi sonucunda ölür. Henry Harlow ürenin, ayının protein gereksiniminin bir kısmını sağladığını ve bunun yanında başka kaynaklardan da protein elde edildiğini düşünüyor. Harlow’a göre, acil protein ihtiyacı durumunda kendi incebağırsaklarını sindiren bazı tür yılanlar gibi, ayılar da vücutlarındaki bazı kasları tüketiyor olabilirler.
Uykuda Egzersiz
Bilim adamları, ayıların gövdelerine yerleştirdikleri küçük termometrelerden elde ettikleri verilere dayanarak, Kara Ayılar’ın uykularında düzenli olarak titredikleri sonucuna vardılar. Bilim adamları düzenli olarak kasılmanın kas gücünü koruyan bir etken olduğunu düşünüyorlar. Araştırma ekibine göre, kış uykusundaki ayının kaslarını koruyan sistemi anlamak, insanlarda hareketsizliğe bağlı ortaya çıkan kas hastalıklarının tedavisinde yeni anlayışlar getirebilir. Aslında kış uykusundaki ayı, bir çok yönüyle tıp alanında esin kaynağı olmaya aday. Ayının gövdesinde üretilen maddeler örnek alınarak hazırlanacak ilaçlar, böbrek yetmezliği, diyabet ve obezite gibi hastalıkların tedavisinde çığır açabilir.
Ayılar uykuları süresince gövdelerinde depolanan yağları tüketiyorlar ve çok fazla kilo kaybediyorlar. Yağ ile beslendikleri için kolestrol düzeyleri kış mevsiminde, yaz mevsimindekinin iki katına çıkıyor. Buna rağmen onlarda damar sertliği ve yüksek düzeyde kolestrol sonucunda oluşan safra taşları görülmüyor. Tıbbi araştırmalara göre ayının gövdesinde üretilen safra asidi, safra taşlarını yok ediyor! Illinois Üniversitesi’nden Dr. Ralph Nelson, ayılardan esinlenerek üretilecek bir ilacın açlık duygusunu frenleyerek insan vücudunun yağ depolarını tüketmesini sağlayabileceği görüşünde. Dr. Nelson’a göre, ayıların gövdelerinde üretilen maddeler örnek alınarak üretilecek ilaçlar, şişmanlığın yanı sıra şeker hastalığı, osteoporoz ve anksiyete gibi ciddi rahatsızlıkların tedavisinde de kullanılabilir.
Görüldüğü gibi ayılar vücutlarındaki birçok özellikle tıp alanındaki araştırmalara ışık tutmaktadırlar. Bilim adamlarının laboratuvarlarda belki yıllar süren araştırmalar sonucu elde ettikleri bilgi ve donanım bu sevimli, koca cüsseli canlılarda doğdukları andan itibaren mevcuttur.
Peki ayının kemikleri yaşlandıkça nasıl kuvvetlenir? Ayı kemik dokusunu yenileyecek kalsiyum döngüsünü vücudunda kendi kurabilir mi? Hareketsiz geçen uzun kış uykusu ayları boyunca kas güçlerini ve vücudundaki proteinlerini koruyacak bir sistemi ayının kendi kendine oluşturması mümkün müdür? Elbette hayır. Bütün bu soruların tek bir cevabı vardır: Ayıları sahip oldukları bu mükemmel mekanizmalarıyla birlikte Yaratan Yüce Allah’tır.
Son yıllarda bilim adamları, ayıların kış uykusu süresince nasıl sağlıklı kalabildiklerini araştırıyor ve ayıların fizyolojik özelliklerinden tıp alanında yararlanmanın yollarını arıyorlar. Michigan Teknoloji Üniversitesi’nde sürdürülmekte olan araştırmanın hedefi, ayıların kemik metabolizmasını inceleyerek, halk arasında kemik erimesi olarak bilinen osteoporoza çare bulmak.
Kemiklerimiz, yaşamımız boyunca sürekli yenileniyor. Ne var ki yaşlılık, hareketsizlik gibi nedenlerle kemik yıkımı artıyor, yenilenme azalırsa kemik dokusunda zayıflama meydana geliyor. Ancak Amerikan Kara Ayı, aylar süren kış uykusu boyunca hemen hemen hiç hareket etmediği halde, kemik yoğunluğunda önemli bir azalma olmuyor. Oysa benzer bir süreyi yatağa bağımlı şekilde geçirecek bir insanın kemiklerinin, kraker kıvamına geleceği ve kolayca kırılacağı öngörülüyor.
Michigan Teknoloji Üniversitesi’nden Seth Donahue’nun liderliğindeki araştırma ekibinin, 2003 yılında The Journal of Experimental Biology’de yayımlanan makalesine göre, ayının kış uykusu süresince kemik yıkımında artış oluyor, ama kemik üretimi sabit kalıyor. Hareketsiz kalan insanlarda da yıkım artıyor, ama üretim sabit kalmıyor, azalıyor. Hayvanın tekrar hareketlenmesiyle birlikte, üretim de en üst düzeye ulaşabiliyor, böylece kemikler hızlı bir biçimde eski durumuna geliyor. Buna karşın yaralanma, sakatlanma gibi nedenlerden dolayı uzun süre hareketsiz kalan ve hızlı bir biçimde kemik kaybına uğrayan bir insanın kemikleri, tam olarak eski durumuna dönmeyebiliyor.
Kalsiyum Döngüsü
Kara Ayı, kış uykusu süresince beslenmiyor. Peki kemik üretimi için gerekli olan kalsiyum nereden sağlanıyor? Donahue, kemik yıkımı sonucunda ortaya çıkan kalsiyumun geri dönüşüm yoluyla tekrar vücuda kazandırıldığını ve kemik yapımında kullanıldığını düşünüyor. Onu böyle düşünmeye iten neden, Kara Ayı’nın, kış uykusu süresince boşaltım fonksiyonlarını yerine getirmiyor olması. Seth Donahue, düşüncelerini şöyle ifade ediyor: “Bizi en çok ilgilendiren kısım, kalsiyum çevriminin nasıl yapıldığı. Bu büyük olasılıkla belirli hormonlar tarafından düzenleniyor”.
Osteoporoz kemik dokusunun zayıflamasıyla başlıyor, ileri aşamalarda kırıklara ve buna bağlı ölümlere yol açabiliyor. Yaşlanma osteoporozun ortaya çıkmasında önemli bir risk faktörü. Kemik dokusu yaşam boyu yenileniyor; ancak kemik üretimi 30-35 yaşına kadar üst düzeyde devam ediyor. 45 yaşından sonra kemik yıkımı da artmaya başlıyor. Bugün, dünyadaki birçok insan bu hastalığa maruz kalmış durumda. Kaynaklara göre, geçtiğimiz yıl içinde yalnızca Amerika’da osteoporoz kaynaklı 1,5 milyon kemik kırılması yaşandı. Dayanıklılık, gözeneklilik ve mineral yoğunluğu açısından ayı kemiklerini inceleyen bilim adamları oldukça şaşırtıcı bir sonuçla karşı karşıya kaldılar. Araştırma sonuçlarına göre yaşlılık ayının kemiklerini etkilemiyor. Üstelik ayı yaşlandıkça kemiklerinin dayanıklılığı ve mineral yoğunluğu önemli oranda artıyor!
Özellikle paratiroid bezinin salgılandığı parathormon üzerinde odaklanan araştırma ekibi, bu hormonun yapısının insan vücudunda bulunan parathormonun yapısından farklı olduğunu şaşkınlık içinde gözlemledi. Bilim adamlarının iki hormon arasındaki farklılığın nereden kaynaklandığını saptayabilmeleri ve ayı hormonunun işlevini taklit eden sentetik versiyonunu yapmaları durumunda, osteoporoz hastaları için yeni bir ilaç üretilmesi söz konusu.
Tüm bu çalışmalar, doktorların osteoporoz hastalarını tedavi etmekte kullandıkları yöntemleri değiştirebilir, yatağa bağımlı olanlarda ve yaşlılarda görülen kemik kayıplarının yanı sıra, uzun süre uzayda kalan astronotlarda ortaya çıkan kemik sorunlarını gidermede de etkili olabilir.
Formda Kalmanın Yolu
Birçok insan, düzenli egzersiz yaptığı zaman kendini formda hisseder. Oysa Kara Ayı, aylar süren kış uykusundan kalktığı zaman epey “formda” oluyor. 2001’de Nature dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, kış uykuları boyunca hemen hiç hareket etmeyen Kara Ayıların kas güçlerinde ve dokularında belirgin bir kayıp olmuyor.
Wyoming Üniversitesi’nden Henry Harlow ve araştırma ekibi, gözlemledikleri Kara Ayılar’ın kış uykuları sırasında kas güçlerinin yüzde 22’sini, proteinlerinin de yüzde 10-15’ini kaybettiklerini belirlediler. Aslında bu rakamlar oldukça şaşırtıcı; çünkü, benzer bir süreyi yatağında geçirecek bir insan, kas gücünün yüzde 85’ini ve proteinlerinin ise yüzde 90’ını kaybediyor! Daha önceki yıllarda fizyolog Edgar Folk, zehirli bir madde olan ve normalde vücuttan atılan ürenin, kış uykusundaki ayının boşaltım sisteminden geri emildiğini keşfetmişti. Üredeki azot tekrar vücuda kazandırılıyor ve protein yapımında kullanılıyordu. İnsanlardaysa böyle bir sistem bulunmamaktadır. İnsanın, kısa bir süre boşaltım sistemi çalışmasa bile, zehirli ürenin kanda birikmesi sonucunda ölür. Henry Harlow ürenin, ayının protein gereksiniminin bir kısmını sağladığını ve bunun yanında başka kaynaklardan da protein elde edildiğini düşünüyor. Harlow’a göre, acil protein ihtiyacı durumunda kendi incebağırsaklarını sindiren bazı tür yılanlar gibi, ayılar da vücutlarındaki bazı kasları tüketiyor olabilirler.
Uykuda Egzersiz
Bilim adamları, ayıların gövdelerine yerleştirdikleri küçük termometrelerden elde ettikleri verilere dayanarak, Kara Ayılar’ın uykularında düzenli olarak titredikleri sonucuna vardılar. Bilim adamları düzenli olarak kasılmanın kas gücünü koruyan bir etken olduğunu düşünüyorlar. Araştırma ekibine göre, kış uykusundaki ayının kaslarını koruyan sistemi anlamak, insanlarda hareketsizliğe bağlı ortaya çıkan kas hastalıklarının tedavisinde yeni anlayışlar getirebilir. Aslında kış uykusundaki ayı, bir çok yönüyle tıp alanında esin kaynağı olmaya aday. Ayının gövdesinde üretilen maddeler örnek alınarak hazırlanacak ilaçlar, böbrek yetmezliği, diyabet ve obezite gibi hastalıkların tedavisinde çığır açabilir.
Ayılar uykuları süresince gövdelerinde depolanan yağları tüketiyorlar ve çok fazla kilo kaybediyorlar. Yağ ile beslendikleri için kolestrol düzeyleri kış mevsiminde, yaz mevsimindekinin iki katına çıkıyor. Buna rağmen onlarda damar sertliği ve yüksek düzeyde kolestrol sonucunda oluşan safra taşları görülmüyor. Tıbbi araştırmalara göre ayının gövdesinde üretilen safra asidi, safra taşlarını yok ediyor! Illinois Üniversitesi’nden Dr. Ralph Nelson, ayılardan esinlenerek üretilecek bir ilacın açlık duygusunu frenleyerek insan vücudunun yağ depolarını tüketmesini sağlayabileceği görüşünde. Dr. Nelson’a göre, ayıların gövdelerinde üretilen maddeler örnek alınarak üretilecek ilaçlar, şişmanlığın yanı sıra şeker hastalığı, osteoporoz ve anksiyete gibi ciddi rahatsızlıkların tedavisinde de kullanılabilir.
Görüldüğü gibi ayılar vücutlarındaki birçok özellikle tıp alanındaki araştırmalara ışık tutmaktadırlar. Bilim adamlarının laboratuvarlarda belki yıllar süren araştırmalar sonucu elde ettikleri bilgi ve donanım bu sevimli, koca cüsseli canlılarda doğdukları andan itibaren mevcuttur.
Peki ayının kemikleri yaşlandıkça nasıl kuvvetlenir? Ayı kemik dokusunu yenileyecek kalsiyum döngüsünü vücudunda kendi kurabilir mi? Hareketsiz geçen uzun kış uykusu ayları boyunca kas güçlerini ve vücudundaki proteinlerini koruyacak bir sistemi ayının kendi kendine oluşturması mümkün müdür? Elbette hayır. Bütün bu soruların tek bir cevabı vardır: Ayıları sahip oldukları bu mükemmel mekanizmalarıyla birlikte Yaratan Yüce Allah’tır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)